ÇEŞİTLİ DİNLER

http://www.filozof.tripod.com/mtmenu.html

 

Şamanizm

Zerdüştlük

Yezidilik

Buda Ve Öğretisi

Hinduizm

Masonluk

İhvan-Üs Safa

Konfüçyizm

Janizm

Taoizm

Şintoizm

Manicilik

Druidler

Paflikyanlar

Tapınak Şövalyeleri

Ezoterizm

Yahudi Tasavvufu

Kabbala

Dürziler

Hurufilik

Anadolu'da Babailik

 

 

ŞAMANİZM



    Şamanlık, insanlarla ruhlar arasında aracılar inancına dayalı bir inanış biçimidir. Söz konusu aracılar, Türkçede Kam adı verilmiş bulunan, Şaman'lardır. Bu dilde, Kam sözcüğünün bir türevi olan Kamla- (Şamanlaşmak) eylemi de kullanılmıştır. Şamanlaşma, Kamlama törenlerinden amaç, Şaman' ın ruhlar âlemine doğru yapacağı yolculuktur. Kam' da türeme Kamlık, "Büyücülük" anlamı ile, günümüzde de yaşamaktadır.
    Masal çağlarında Şaman' ın, Türklerin üçlü evreninde, üç katın Dünya Direği' ne bağlı bulunduğu, derin bir boşluktan, yukarı (gökyüzü) ve aşağı ile iletişime girme gücü vardı. Gökyüzüne çıktığında, Şaman, koruyucu ruhlarla ilişki kuruyor; onlardan aldığı güçle, -geleceği bildirme, kötülükleri savma, sayrıları iyileştirme gibi-, insanlara yardımlarda bulunabiliyordu.Masal dönemi Şamanları, ölüleri diriltebiliyorlar, ya da güneş-tanrıdan, bir kuş görünümünde yakalayıp ölenin annesinin kucağına verebilecekleri yeni doğmuş bir ruh göndermesini isteyebiliyorlardı; kendileri de, kuş ya da bir başka canlı görünümüne girebilmekte, hatta Yada Taşı yardımıyla kar ve yağmur yağdırabilmekteydiler.
    Günümüzde Şaman, öncelikle bir gelecek habercisi (bilici) ve utacıdır; böylece insanlara yardım edebilmek için ruhlarla ilişki kurması gerekir ve bunu da kendinden geçerek, (vecd) ile, gerçekleştirir. Bu, onun koruyucu ruhu aramak üzere göğe doğru uçtuğu, kendini aşma (cezbe) halidir. Ruh, bu anda, onunla bedenleşir,onun bedenine girer ve kendisine, geleceği bildirmeyi, sayrıyı iyileştirme sağlayabilecek güçler verir.
      

                                                                                                                              

                                                                                                                            

====================================================================

ZERDÜŞTLÜK

    Zerdüşt ahlakçılığının temelini iki ilke oluşturur; Hayatın devamı ve kötülüğe karşı mücadele.
Hayatı devam ettirmek için insan, toprağı işlemeli, hayvan yetiştirmeli, evlenmeli ve çocuk sahibi olmalıdır. İnzivaya çekilmek ve bekârlık kınanmaktadır. Saflık ve kirlilikten (ölüm, cinler vb.) kaçınmak değerli sayılır. Kötülükle savaşmak için insanlar kötülüğün güçlerine ve onun yanında olan insanlara karşı gelmelidir. Zerdüştlük iki zıt gücün evrensel yönetimini tanırken, tek tanrıcılığı vurgular.
İyiliğin güçlerini Ahura Mazda (Aklın Efendisi) yönetir, kötülüğün güçlerini ise Agna Mainyu (Ahriman ="Kötü Ruh") .
Her rakibin de kendisine ait savaşçıları vardır. Bir tarafta melekler ve baş melekler, diğer tarafta da cinlerle şeytanlar.
Kıyamet Günü' nde iyi galip gelecek, kötüleri cezalandırmak, iyileri dünya üzerindeki cenete yerleştirmek için Sayaşant adıyla bir Kurtarıcı (Mesih) ortaya çıkacaktır. Bu dinin önemli bir özelliği, her evde sürekli bir şekilde yanan kutsal ateştir. Ateş, güneşin kendisini sembolleştiren tek tapınma simgesidir ve en yüce temizleyici olarak görülür.

Kuruluşu : Zerdüştlük, 2600 yıl önce Mezopotamya'da ortaya çıkmıştır.

Kurucusu : Spenta Zarathustra (Zerdüşt)

Kutsal Metinleri :

Zend Avesta

Vendidat
      

ZERDÜŞTLÜKTE ÖLÜM VE SONRASI

Aryan mitolojisini incelerken, hemen nihai büyük hesaplaşmaya geçemeyiz. Bu mitolojide büyük hesaplaşmadan önce ferdi hesaplaşma durağı vardır. Birey olarak insanın, bilinen hayat sürecinin sona ermesi. Diğer bir deyimle insanın ölümü ile başlayan ferdi hesaplaşma süreci, Aryan mitolojisinde değişik zaman dilimlerinde değişik şekillerde yorumlanmıştır.
Aryanlar'da ölüm son değildir. Buna göre insanlar öldüklerinde, ruhlarının yeraltı ülkesine doğru "seyahatı" başlar. Gitmek durumundaki bu ülke, "ölümlü ilk insan" olan Yima'nın yönettiği yeraltı krallığıdır. Fakat ruhların bu krallığa seyahati hemen başlamadığı gibi kolay da değildir. İnsanın ruhu (urvan-avdenak. Urvan teni şekillendiren, onun belli bir şekle girmesini sağlayan ruhsal öğedir) ayrıştığı cesedin başından, üç gün boyunca ayrılmaz. Bu üç günlük süre ölünün aşağıya doğru seyahatinde hayati öneme sahiptir. Çünkü bu süre boyunca şeytani güçler tetikte beklemektedir. Bu savunmasız ruha saldırmak için fırsat kollamaktadır. Bunu önlemek için bütün iş, ölünün geride kalan yakınlarına düşmektedir. Onlar bu süre boyunca mezarı başında ağlaşır, dua ederler.

Üç gün boyunca oruç tutarlar. Kurban keserler. Bu kurbanı kutsal ateşe sundukları törenler eşliğinde kutsarlar. Din adamı bu süre boyunca ölünün başında dualar okur, sunulan gıdaların tümünü eti kutsadığı gibi kutsardı.
  Aryanlar ayrıca ölülerine bu süre boyunca, temsili olarak yiyecek sağladığı gibi onların mezarları başına giyim eşyası elbise taşımayı da ihmal etmezlerdi. Böylece kendilerine bağımlı olan ölülerini hem beslemiş hem de giydirmiş olurlardı. Ölüler sonradan başlamış olan yolculuğu için güçlenmiş olurlardı. Üçüncü günün sonunda ölü artık yalnız olarak çıkacağı seyahate hazır sayılırdı.
  Kimbilir belki de ölünün kendisinden önce giden yakınları onun yolunu beklemeye ve kucaklamaya hazırdır yeraltı krallığında. Ama kucaklamak için aceleye gerek yok. Daha kat edecek çok yol var.Yer altından uzunca bir kanal karanlık. İlk dönemeç, ilk tehlike bir yer altı nehri. Bu karanlık nehri geçmek için ya bir su taşıtı veya geçit vasıtası ile geçilir.
Zerdüşt bunu daha da mükemmelleştirmiş. Bir köprü "Çinvato pereto".
Köprünün sağında solunda birer yırtıcı köpek. Geç de geçesin. Bu güçlü ve tehlike karşısında ölünün yapacağı hiçbir şey yok. Görev dünyada kalan yakınlarına bilhassa büyük oğula düşmektedir. Dua edecek her gün bir kap yemek pişirip yoksullara verecek. Bir din adamına dua ettirecek. Yiyecek sunma üçüncü gününden otuzuncu gününe kadar devam edecek. Otuzuncu gün bir kurban kesilip, yine dinsel bir tören düzenlenir. Böylece ölü yer altı dünyasına daha da adepte olduğu varsayılır.
  Ama onun hâlâ desteğe ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç tereddütsüz yerine getirilir. Bundan sonraki dönemde her ay onun ruhuna adanacak bir kurban bu destek için yeterli sayılır. Aylık kurban kesimi bir yıl boyunca sürdürülecektir.
  Birinci yıldan sonra dünyevi gıdaya olan sembolik bağımlılığı daha da azaldığına hükmolunur. Bundan sonra kurbanlar yılda bir kez kesilir. Bu işlem otuz yıl devam ederdi. (M. Siraç Bilgin, Aryan mitolojisi, sf. 93-94)

Eski Aryanlardan Dersim Alevi Kürtlerine Kalan Miras  Yukarıdaki yazılı kaynağını Zerdüşt'ün gathalarından alan ve günümüze kadar değişik biçimlerde ve değişik din ve inançların egemenliğine nazaran değişik dinler adına günümüz Dersim'inde hâlâ yaşamaktadır.
Şöyleki, Dersim Alevilerinde yaşadığımız asırda, ölü gönderme geleneği. Birinci gün kurban kesilir, dualar deyişler okunur. Sonrası islami kurallara göre yıkanır. Yıkama işlemi de Zerdüştilerdeki gibidir. Ancak Zerdüşt Mazda inancında ölünün başı kuzeye, ayaklara güneye, yüzü güneşe dönük yıkanır ve defnedilir. Alevi geleneğine göre yön kıbledir.
Definden sonra, ikinci gün ölünün elbiseleri yıkanır, kişisel eşyaları toplanır, hayır için fakirlere verilmek üzere hazırlanır. Üçüncü gün kurban tığlanır. Yemek yapılıp gelen misafirlere yedirilir. Tarımsal gıdalardan helva, kömbe yapılıp mezarı ziyaret edilir, lokma dağıtılır.
  Üçüncü günden sonra, kırk günlük yas başlar. Kırk gün boyunca Kuran okuyabilen bir hocaya her gün Kuran okutulur. Her akşam bir kap yemek hazırlanıp bir yoksul aileye götürülür.
Kırk gün dolduktan sonra, bir kurban daha kesilir. Yemek yapılıp yedirilir. Kuran okutulur ve yas sona erer. Ama işlem bitmez. Daha bir yıl Kuran okunur. Buna hatim diyoruz.
Kuranı hatm etmek. Bir yıl sonra bir kurban tığlanır. Mezarı ziyaret edilir. Üzerinde yasin okunarak üç kez Allah, Muhammed ya Ali denilerek ilk kazma vurulur ve mezarı yaptırılır.
  Bundan sonra da, her yıl sonbaharda ölü aşı diye bir gelenekleri var Dersimlilerin. Göçen ölülerin ruhlarına kurban kesip yemek çekme ve Kuran okutma. Bu işlem hemen hemen her yıl tekrarlanır Dersim'in dindar ve hali vakti yerinde olanlarda.

  Dikkat edilirse ruhun yer altı krallığına yolculuğunda, bir köprü önüne çıkar (Cinvato-pıreto). Bu köprü, İslam inanışında "Sırat köprüsü" olarak yerini alır.
Ve müminleri o köprüden Cennet'e taşır.
  Zerdüşt öğretisine ve Mazda inancına göre ilkel insan (Gayo Maretan) Zerdüşti takvimine göre (Before Religion) dinden önce 6000 Milattan önce 6630 yıl önceye rastlar. Günümüze göre 8628 yıldır. Zerdüşt dini İsa'dan 630 yıl öncedir.
   Zerdüşt öğretisinde ve Mazda inancında Kelime-i şahadet  Zerdüştiler'in Fravarane (itikat) dedikleri ve bir nevi kendilerini tanıttıkları bir temel dini cümleleri vardır: "Ben kendimi Mazda'nın tapıcısı ve Zarahustra'nın takipçisi olarak açıklıyorum. Kötü güçlerin düşmanı iyi güçlerin dostuyum. Ahüra Mazda'nın kurallarına bağlıyım." (M. Siraç Bilgin, age Sf. 155)
İslamdaki Kelime-i şahadet de anlam bakımından aynıdır. Şöyleki; "Ben Allah'ın birliğine, Muhammed'in onun kulu ve resulü olduğuna şahitlik ederim." Görülüyor ki, birinde tanrı Ahura Mazda'dır. İkincisinde tanrı Allah'tır. Birinde peygamber Zerdüşt'tür. İkincisinde peygamber Hz Muhammed'dir. Kötü güçlerin düşmanı, iyilerin ise dostu.
    

============================================================

 

YEZİDİLİK

    Yezîdilik, Hâricîliğin İbâziyye Mezhebinden türeyen ve zamanla ayrı bir din sayılan koludur.Şeytana tapmakla suçlanan , gerçekte varlığın birliği inancına sahip olan bütün tasavvuf tarikatları gibi her şeyi bu arada Şeytan' ı da tanrı sayan bir inançtır. Melek Tâvus dedikleri Şeytan, yezîdiliğe göre, Tanrının celâl (kızgınlık) niteliğinin varlaşmasıdır.
    Yezîdilerin asılları Kürtçe olan Kitab' ül- Cilve ve Mushaf- a Reş adlı iki kutsal kitabı var. Kitab' ül- Cilve' nin, kurucu Yezîd' in, geleceğini haber verdiği yeni peygamber Şeyh Adî ' ye (XII . yy.) Melek Tâvus tarafından vahyedildiğine inanırlar.Mushaf-a Reş ise Şeyh Hasan bin Adî tarafından yazılmıştır.
 

Kuruluşu :

Kurucusu : Şeyh Adî

Kutsal Metinleri :

Kitab' ül- Cilve
Mushaf-a Reş


KİTÂB' ÜL - CİLVE

 

    Melek tavus, bütün yaratıklardan önce var oldu. Seçilmiş halkını uyarmak ve yanlışlardan uzak tutmak üzere, yardımcılarını bu dünyaya gönderdi; kullarını önce sözlü olarak uyardı, ikinci olarak bu kitapla ki yabancıların okuması ya da bakmasını yasak kıldı.

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

    Ben ki vardım, varım, sonsuza dek var olacağım; tüm yaratılmışlara hükmüm geçer, tüm olaylar ve benim erkim altındaki varlıklarla ilgili her şey, benim buyruğumla olur. Kim bana inanır da gereksindiğinde beni çağırırsa, ben hemen onun yanındayım, benim var olmadığım hiçbir yer düşünülemez. Beni benimsemeyen kimselerin, kendi isteklerine uygun olmadığı için kötülük diye nitelendirdikleri tüm olaylar, benim istediğimle olur. Her çağın bir Yönetici Vekili vardır, onu ben seçerim. Her kuşakla birlikte, bu Dünya' nın Başkan'ı da değişir; Başkanlar sırayla gelirler, kendi dönemleriyle ilgili görevlerini yerine getirirler. Yaratılıştan kazanılan özelliklerin değerleriyle orantılı olarak, suçları bağışlarım. Kim ki bana karşı çıkar, sıkıntılarla acılar ondan eksik edilmeyecektir. Başka hiçbir Tanrı, benim işlerime ve yaptıklarıma karışamaz : Ben neye karar verirsem, o olur;
    Yabancıların ellerinde bulunan kutsal kitaplar, peygamberler ve havariler tarafından yazılmış olsalar bile, artık geçersizdirler, isyancı bir nitelik kazanmışlardır, bozulmuşlardır; bunlar birbirlerini yalanlamakta ve geçersiz kılmaktadırlar.Doğru olanla yanlış olan arasındaki ayırım, yaşanılan çağın koşullarına göre yapılacaktır. Bana inananlara verdiğim sözleri yerine getireceğim; belirli dönemler için yetkilerimi devrettiğim akıllı ve sevgili Vekillerimin yargılarına göre, kullarımla aramdaki sözleşmeye uyacağım ya da uymayacağım. Olayların gelişimini dikkate alırım; içinde bulunulan zamanda yararlı olan neyse, onu uygularım. Benim eğitmenliğimi kabul edenleri yönlendirir, eğitirim ; onlar, bana uymakla, ruhun duyacağı sevinç ve zevklerin en büyüğüne kavuşurlar.
 

İKİNCİ BÖLÜM

 

    Çok iyi bildiğim tüm yöntemlerle, ademoğullarını ödüllendirir ve cezalandırırım. Yeryüzünde, üstünde ve altında ne varsa, benim denetimimdedir. Öbür ırklara yardım etmeyi üstlenmem, onlara iyilik yapmaktan uzak da durmam, hele benim seçilmiş
 topluluğumdan ve bana uysallıkla hizmet edenlerden bunu hiç esirgemem. Sınadığım insanlara etkin denetim yetkisi veririm; bu insanlar, benim irademe uygun olarak, belirli durumlarda, bana inanıp öğütlerimi tutanlara yardım ederler. Alan da benim, veren de; zengin eden, fakir eden de; mutlu kılan, mutsuz kılan da; bütün bunlar, çevre koşullarına ve zamana uygun biçimde gerçekleşir benim işlerime karışmak ve herhangi bir insanı denetimimden çıkarmak hakkına ve yetkisine sahip hiçbir güç yoktur. Bana engel olmaya çalışanların üzerine acılarla hastalıklar yağdırırım. Kim benim buyruklarıma uyarsa, öbür insanlar gibi ölmez. Bu düşük dünyada hiç kimsenin, kendisi için belirlediğim süreden fazla kalmasına dayanamam; ama istersem, onu bu dünyaya iki kez, üç kez ya da daha fazla geri gönderirim, ruhunu başka bir bedenin içine sokarak; bu, evrensel bir yasadır.
 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

    Ben, kitap göndermeksizin yönlendiririm, dostlarıma ve benim öğrettiklerimi benimseyenlere, doğru yolu, gizli araçlarla gösteririm, uyulmasını istediğim kurallar, bunaltıcı değildir, zamana ve koşullara göre saptanmıştır. Yasalarıma karşı çıkanları öbür dünyalarda cezalandırırım. Ademoğulları, yapılması istenen şeyleri bilmezler, bu yüzden sık sık yanlışlığa düşerler. Yeryüzündeki ve gökteki hayvanlar, denizdeki balıklar, hepsi benim yönetim ve denetimim altındadırlar. Dünyanın bağrındaki gizli hazineler ve başka şeyler, benim bilgimin içindedir. Onların tek tek bulunup alınmasına olanak sağlarım. Bunlara sahip olacak kimselere ve benden zamanında dilekte bulunanlara gizli işaretlerimi, mucizelerimi gösteririm. Bana ve izliyecilerime karşı yabancıların göstereceği düşmanlık ve direnme, ancak kendilerine zarar verir, çünkü bilmezler ki güç ve zenginlik benim ellerimdedir ve bunları ben, âdemoğullarından hak edenlere veririm. Dünyaların yönetimi, çağların arka arkaya gidişi, vekillerimin her çağda değişmesi, sonsuza dek benim yetkimdedir. Her kim oraya dürüstçe yürümezse, ben, kendim belirleyeceğim bir zamanda onu cezalandıracağım ve başladığı yere geri göndereceğim.

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

    Mevsimler dört tanedir, unsurları da (Dört unsur = Adem' in bedenini oluşturan toprak, hava, ateş, su) dört tanedir; bunları ben, yarattıklarımın, gereksimlerimini gidermeleri için bağışladım. Yabancıların kutsal kitapları, ancak benim yasalarıma uygun oldukları, karşı çıkmadıkları ölçüde tarafımdan kabul görürler; yine de bunlar, çoğunlukla saptırılmışlardır. Üç tanesi bana karşıdır ve ben, üç addan nefret ederim. Benim gizlerimi açığa vurmayanlar için, ödüllendirme konusundaki sözümü tutacağım. Benim uğruma acı çekmeye katlananları, kuşku duyulmasın ki, dünyalardan birinde ödüllendireceğim. Benim yolumdan gidenler, kendilerine düşman olanlara ve yabancılara karşı, cemaat halinde yaşasınlar. Ey siz, benim yasalarıma uyanlar, benim tarafımdan iletilmeyen düşünceleri kafanıza sokmayın. Yabancıların yaptığı gibi sakın adımı ya da bana yakıştırılan adları ağzınıza almayın, yoksa günaha girersiniz; çünkü bu konular, sizin kavrayışınızın üzerindedir.
 

BEŞİNCİ BÖLÜM

    Beni simgeleyen şeylere ve resimlere saygılarınızı sunun; çünkü onlar size, benim yasalarıma aykırı olan davranışlarınızı anımsatacaktır. Yardımcılarımın buyruklarına uyun, sözlerine kulak verin ki benden aldıkları öte dünya bilgisini size iletsinler.


MUSHAF-A REŞ

 

    Başlangıçta Tanrı, kendi yüce özünden Beyaz İnci' yi yarattı ve bir kuş yarattı ki adı Anfar' dı. Ve inci' yi onun sırtına koydu, ve orada kırk bin yıl oturdu. İlk gün, yani pazar günü, Azazil adlı meleği yarattı; işte o, hepsinin başkanı olanı Ta'us Melek (Tavuskuşu Melek)' tir. Pazartesi günü Tanrı'ı, Darda' il adlı meleği yarattı ki o, Şeyh Hasan' dır. Salı günü, İsrafil' i yarattı ki, Şeyh Şams' tır. Çarşamba günü, Cebra' il adlı meleği yarattı; o da Abu Bekr' dir. Perşembe günü, Azra' il' i  yarattı ki, Saacadin' dir. Cuma günü, Şemna' il aldı meleği yarattı; o da Nasir' ud - Dindir. Cumartesi günü, Nura' il adlı meleği yarattı, ki o [. .]  Melek Ta' us (Melek Tavus)' u onların başkanı yaptı. Ondan sonra Tanrı, yedi göğü, Yeryüzünü, ve güneşi ve ayı yarattı [...] İnsanı, kuşları ve tüm hayvanları yarattı, ve onları pelerininin boşluğuna yerleştirdi, ve İnci' nin üzerinden indi, melekler de yanındaydı. Sonra yüksek sesle İnci' ye doğru haykırdı, o da düşüp dört parçaya ayrıldı. içinden su fışkırdı ve deniz oldu. Dünya yuvarlaktı, üzerinde çatlak yoktu. Sonra Tanrı, bir kuş biçiminde Cebrail' i yarattı, ve dört bucağın yönetimini ona emanet etti. Sonra bir gemi yarattı ve onun içinde otuz bin yıl kaldı, ondan sonra Laleiş' e geldi ve konakladı. Dünyanın içinde haykırdı, ve yoğunlaşmayla deniz oluştu, ve dünya yeryüzüne dönüştü ve titremeye devam ettiler. Sonra Cebrail' e, Beyaz İnci' nin iki parçasını getirmesini buyurdu, parçalardan birini yeryüzünün altına yerleştirdi öbürünü de Göğün Girişi' ne (*) kapı olarak koydu. Sonra onların içine güneşi ve ayı yerleştirdi, onların kırpıntılarından da yıldızları yarattı, ve onları göğe süs olarak astı. Ayrıca yeryüzünü süslemek üzere meyve ağaçlarını, bitkileri ve dağları yarattı. Halı' nın üzerine Taht' ı yarattı.

Sonra, dedi ki Ulu Tanrı : «Ey Melekler, Adem' le Havva' yı yaratacağım, onları insan yapacağım, ve ikisinden, Adem' in belinden gelmek üzere, Şehr ibn Cebr doğacak; ve ondan tek bir halk türeyecek yeryüzünde; Azazil' in, yani Ta'us Melek' ın toplumu olan Yezidi halkıdır bu. Sonra Şeyh Adi b. Musafir' i Suriye' den göndereceğim ve o gelip Laleş' te kalacak.» Sonra Tanrı, kutsal ülkeye indi ve Cebrail' e, dünyanın dört bucağından toprak getirmesini buyurdu; Toprak, hava, ateş ve su. Onlarla bir adam yaptı ve kendinden ona bir ruh bağışladı. Sonra Cebrail' e. Adem' i Cennet' e yerleştirmesini buyurdu, orada meyveyle bütün yeşil bitkileri yiyebilsin diye : ancak buğday yemesi yasaktı. Yüz yıl sonra Ta' us Melek, Tanrıya dedi ki: «Adem nerede ve nasıl üreyip çoğalacak? » Tanrı ona «Yetki ve yönetimi sana bırakıyorum bu konuda» dedi. O zaman Melek Tavus, gidip Adem' e sordu : «Hiç buğday yedin mi ? » O da yanıtladı : «Hayır, çünkü Tanrı bunu bana yasakladı, 'Ondan yememelisin' dedi» Melek Ta' us şöyle dedi ona : «Yesen, senin için çok daha iyi olur.» Ama Adem' in, yedikten sonra karnı şişti, ve Ta' us Melek onu Cennet' ten çıkardı, ve bıraktı, ve göğe çıktı. O zaman Adem, karnının şişkinliği yüzünden acıyla kıvrandı, çünkü bedeninde çıkış deliği yoktu. Ama Tanrı bir kuş gönderdi, o da Adem' in bedeninde bir çıkış deliği açtı, böylece Adem rahatladı. Ve Cebrail yüz yıl ona görünmedi, ve o mutsuz oldu, ağladı. O zaman Tanrı, Cebrail' e buyurdu, ve  o gelerek Adem' in sol koltuk altından Havva' yı yarattı. Sonra Melek Tavus, halkımıza demek istiyorum ki, çok acı çeken Yezidîlere yardım etmek üzere yeryüzüne indi ve eski Asurluların yanında, bizim de başımıza krallar dikti; bu krallar Nesrukh (ki o, Nasir' ud - Din' dir) ve Kamush (o da, Sultan Fakhru' d - Din' dir) ve Artimus (ki. Sultan Şamsu 'd - Din' dir) adını taşıyorlardı. Bundan sonra iki kral tarafından yönetildik; birinci ve ikinci Şapur adlı bu kralların yönetimi yüz elli yıl sürdü ve onların soyundan gelen Amir' lerimiz bizi bugüne dek yönetmişlerdir,ve biz dört kabileye bölündük. Bize khass (marul) haram kılınmıştır, çünkü kadın peygamberimiz olan Khassa' nın adını anımsatmaktadır; kuru fasulye de haramdır, koyu mavi boya kullanmamız yasaktır; Yunus peygambere saygısızlık etmiş olmamak için, balık yememiz haramdır; Ceylanları da yemeyiniz, çünkü onlar peygamberlerimizden birinin sürüsü olmuşlardır. Ayrıca, Şeyh ve müritleri, tavuskuşuna saygısızlık etmemek için, horoz da yemeyiniz; çünkü tavuskuşu, daha önce sözü edilen yedi tanrıdan biridir ve biçimi horozu andırır. Yine, Şeyh ve müritleri sayın, helvacıkabağı yemekten sakınınız. Bıından başka, ayakta işemek, ya da oturmuş haldeyken giyinmek, ya da Müslümanların yaptığı gibi helada taharetlenmek, ya da onların banyolarında gusül etmek, bize yasaklanmıştır. Ayrıca, tanrımız olan Şeytan' ın adını ya da onu anımsatan Kitan, Şar, Şat gibi adları ya da Mal' un , [...] na' l gibi sözcükleri ağza almak yasaktır.

    Önce [ ...] bizim dinimize, putataparlık dediler ve Yahudiler, Hristiyanlar, Müslümanlar ve İranlılar dinimizden uzak durdular. Kral Ahab ile Amran, bizdendi; öyle ki, bizim Pirbub diye adlandırdığımız Ahah Beelzebub' un Tanrısından yardım dilerlerdi. Bizim Babil' de Bakti-Nossor (Nebukadnezzar) adlı bir krallımız vardı; İran' da Ahasuerus, İstanbul' da Agrikalus da bizdendi. Gök ve yer var olmadan önce Tanrı, suların üzerinde bir teknenin içindeydi. Sonra, yaratmış olduğu inciye kızdı, onu başından attı; incinin kırılmasından dağlar, çınlamasıdan kum tepeleri, dumanından da gökler meydana geldi. Sonra Tanrı, göğe çıktı ve gökleri yoğunlaştırdı; ve onları, altlarına destek koymadan yerleştirdi, ve yeryüzünü her yanından çevirdi. Sonra ellerine kalemi aldı, ve tüm yaratıklarının adlarının listesini çıkardı. Kendi özünden ve nurundan altı tanrı yarattı ki bunların yaratılması, bir lambanın başka bir yanan lambadan yakılması gibiydi. Sonra Birinci Tanrı, İkinci Tanrı' ya dedi ki : «Ben göğü yarattım; sen oraya çık, ve bir şeyler yarat.» Ve o, göğe çıktığı zaman, güneş var oldu. Kendisinden sonraki Tanrıyla, 'Çık' dedi ve ay yaratıldı.Ve ondan sonraki Tanrı, gökler' i harekete geçirdi; ve ondan sonraki Tanrı, yıldızları yarattı; ve ondan sonra gelen Tanrı, el - Kuragh' ı, yani Sabah Yıldızı' nı (**) yarattı; ve her şey böyle yarattı.



(*) «Cennet' in Girişi» anlamına da gelir.
(**) Venü

===========================================================================

 

BUDA VE ÖĞRETİSİ

 

Buda’nın öğretisinin başlıca özelliği; Buda’nın aydınlanma sonucu bulmuş olduğu gerçekleri birer dogma olarak sunacak yerde aydınlanma yöntemini öğretmeyi ve böylelikle yöntemi öğrenen kimselerin kendi çabalarıyla bu gerçekleri kendilerinin bulup yaşantısal deneyimle doğrulamalarını öngörmesi, Budalık yolunu herkese açık tutmasıdır. Buda’nın yaşadığı dönemde Budizm bir din, Buda da bir peygamber değildi.

Şimdiye dek her geliş gidişimde,
İçinde hapis olduğum,
Duyularla duvaklanmış bu evin,
Yapıcısını aradım durdum.
Ey yapıcı! Şimdi seni buldum.
Bir daha bana ev yapmayacaksın,
Bütün kirişlerin kırıldı, payandaların çöktü.
İçimde nirvana’nın suskunluğundan başka bir şey kalmadı

Tutkuların, isteklerin biçimlediği yanılgıdan kurtardım kendimi.

Öğretide 4 temel gerçek vardır: Yaşamda ıstırap vardır; ıstırabın bir nedeni vardır; bu neden yok edilirse ıstırapta yok edilmiş olur; bu nedeni yok etmeyi sağlayan bir yol, bir yöntem vardır.

1. Istırap (DUKKHA) ve Yaşamın 3 özelliği

Dört okyanusun suyu mu daha çoktur, yoksa sizlerin inleye sızlaya sürdürdüğünüz bu yolculukta sevdiğiniz istediğiniz şeyleri elde edememek, sevmediğiniz istemediğiniz şeylerden kaçınamamak, istediğiniz şeylerin istediğiniz gibi olmaması, istemediğiniz şeylerin istemediğiniz biçimde olması yüzünden akıttığınız gözyaşları mı daha çoktur? Ananızı, babanızı yitirmek, kardeşlerinizi, kızınızı yitirmek, malınızı, mülkünüzü yitirmek... Bu uzun yolculukta tüm bunlara katlandınız ve dört okyanusun suyundan daha çok gözyaşı akıttınız.

Buda ıstırap için dukkha sözcüğünü kullanıyordu. Anlamı; ıstırap, üzüntü, tasa, keder, maddesel veya ruhsal sağlıksızlık, uyumsuzluk, tedirginlik, doyumsuzluk, yetersizlik, sürtüşme, çelişki yani olumsuz ruh durumları...

Buda’nın gözlerimizi açmaya çalıştığı gerçek daha çok ıstıraptan korunmak, kurtulmak için izlediğimiz tutumdaki yanlışlarımız, yanılgılarımız. Herkes yaşamda ıstırabın olduğunu biliyor, ama yaşamda tatlı anlar, hoş ve zevkli olan şeyler olduğunu, haz ve zevkin ıstırabı dengeleyebileceğini düşünüp bu anların beklentisi içinde ıstıraba katlanabiliyor. Buda’ya göre yanılgı işte burada. Buda kaynağı dışımızda olan şeylerden elde ettiğimiz haz ve zevkin ıstırabın asıl nedeni olduğunu göstermeye çalışıyordu. Yanılgının dünyanın bu geçiciliğine gözlerimizi kapamak, geçici olan, kalıcı olmayan şeylere tutunmaya çalışmaktan geldiğini, dünyayı gerçek böylesiliği, yapısıyla görememekten kaynaklandığını söylüyordu. “Sevdiğimiz hiç bir şey yok ki, bir gün gelip ya onlar bizden, ya biz onlardan ayrılmayalım.”

Buda yaşamı gerçek boyutları içinde kavrayabilmemiz için yaşamın birbiriyle ilgili 3 özelliğinin üzerinde ısrarla duruyordu:

Dukkha - Istırap

Bir arada bütünleşmiş, bileşmiş, oluşmuş hiç bir şey değişimden, çözülüp dağılmaktan kurtulamaz. Yanılgı değişim içinde olan, geçici olan şeylere sanki hiç değişmeyeceklermiş, sanki kalıcı şeylermiş gibi tutunmaya, sarılmaya çabalamaktan geçiyor. Oysa elde etmek istediğimiz şeyi elde edene kadar o şey değişiyor, koşullar değişiyor, bu arada biz kendimiz de değişiyoruz.

Buda’nın amacı dünyayı ne olduğundan daha kötü ne de daha iyi göstermekti. Onu olduğu gibi iyi ve kötü yanlarıyla, kendimizi hiç bir yanılgıya, yanılsamaya kaptırmadan bütünlüğü içinde gerçek böylesiliğiyle görmemizi sağlamaya çalışıyordu. Istırabın dünyayı olduğu gibi içimize sindirememekten, dünyadan verebileceklerini değil de daha çoğunu beklememizden, istememizden kaynaklandığını anlatma çabası içindeydi. Kötü olan yaşam değil, ona arsızca yapışmaya çabalamaktan, ondan verebileceğinden çoğunu istemekten gelen ıstıraptır. Akıp giden yaşamla birlikte karşı koymadan, direnmeden akıp gitmesini öğrenmek, dönüşü olmayan bir akış içinde olduğumuzun, yaşamın tek bir anının bile ikinci kez yaşanmasının olanaksızlığını içten içe kavramak, her saniyenin tadını bilecek biçimde yaşamın sevinçle, kıvançla, coşkuyla kucaklanmasına yol açabilir. Mutluluğun ertelenmesinin de, para biriktirir gibi haz ve zevk biriktirmenin de olanaksızlığı iyice anlaşılabilir. Acaba yaşamda kendimize sığınak yapabileceğimiz ıstırabın güçsüz kaldığı, etkisinin azaldığı bir yer, bir zaman var mı? Budizm olduğunu savunuyor. Bu an ve burası...

Hiç bir şeyin öteki şeylerden ayrı bir kendiliği, ayrı kalıcı bir benliği olamaz. Istırabın asıl nedenini aradığımız, kökenine indiğimiz zaman hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde karşımıza çıkan sorumlunun, bir yandan istek ve tutkularımızı besleyip kışkırtan den başka birisi olmadığını görüyoruz. “Benim güvenim” ”Benim görevim” ”Benim sorumluluğum” ”Benim başarım” ”Benim param” ”Benim isteklerim” ”Benim heveslerim” ”Benim öldükten sonra ne olacağım” ”Benim öldükten sonra da var olma doyumsuzluğumdan gelen sorunlarım” Nedir bu ben? Buda insan varlığında geçici olmayan değişmeden kalan, dayanıklı bir öz, tözel bir nitelik olmadığını göstermeye çalışıyordu. Bir gövde doğar, büyür, yaşlanır, ölür, çözülür, sürekli değişim içindedir. Bir kimse kolunu, bacağını yitirse de ne azalır, ne de küçülür. Öyleyse insanın gövdesinde olamaz. duygularımızda da olamaz.Çünkü onlar değişse de gene olduğu gibi kalır. duyu organlarımızdan gelen algılarımız da olamaz. önceki düşüncelerimiz, kararlarımız, eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz de olamaz. Ayırt edici bilincimizde de olamaz. Bu beş kümede toplanan bedensel ve ruhsal varlığımız gövdemiz, duygularımız, duyu organlarımızdan gelen algılarımız, önceki düşüncelerimiz, kararlarımız ve eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz, karakter özelliklerimiz, ayırt edici bilincimizin bir araya gelmiş olmasından da oluşmuş olamaz. Çünkü bunlardan hiçbirisi i içermiyorsa o zaman beşinin bir araya gelmesi de beni oluşturmaz. O zaman geriye değişmeden kalan tek bir şey kalıyor. Ad... Ben’e verilen özel ad.

Milanda Panha adlı kitaptan:
Kral Bilge Nagasena’ya seslenmiş: “Ustam kimsin, adını söyler misin?” “Bana Nagasena diyorlar. Ama bu yalnızca bir ad, adlandırmaktan, belirtmekten başka şeye yaramayan, bir deyim, bir sözcük, içinde bir kimlik, bir benlik yok. Bir ad, bir lakap, bir işaret, yalın bir sözden başka bir şey değil. Kral inanmaz ve sorular sorar. “Nagasena bu saçlar mıdır?” “Hayır büyük kral” ... “Duygu ve coşkular mıdır Nagasena?” “Hayır büyük kral” Nagasena kraldan arabayı tanımlamasını ister. “Tekerlek, dingil, ok, sandık ve kollar bir arada olunca arabadan söz edilir. Araba yalnızca bir ad, adlandırmaktan, belirtmekten başka bir işe yaramayan bir deyimden başka bir şey değil.” “Evet kralım. Benim de saçlarım, derim, ... ad ve bedenim, duygularım, algılarım, geçmiş eylemlerimle biçim almış karakter özelliklerim, ayırt edici bilincim bir araya gelince Nagasena adı veriliyor. Ama kimlik, benlik söz konusu olunca burada öyle bir şey yok. Nasıl arabanın beş bölümü bir araya gelince araba diyorlarsa, beş katışmaç bir araya gelince de bir kimden bir den bir özneden söz ediliyor.

Buda diyor ki: Ne ben’in, ne de ben’e ilişkin kalıcı bir şeyin varlığından söz edilebilir. Ben, ben olarak gelecekte de var olacağım, benim sürekli değişmez bir benliğim var, savında bulunmak hatalıdır. Ben düşüncesini yok etmeli, benlikle kurumlanmak yanılgısını yenmelidir.

Buda’nın görüşüne göre “ben”, insanın hem bedensel hem de ruhsal varlığını oluşturan bu beş kümenin bir arada ve birlikte, sürekli bir akış, sürekli bir değişim içinde oluşunun ortaya çıkardığı bir görüngü, bir olgu, insanı çevresinden ayrı bir varlık olarak ayırt etme, özerk bir biçimde hareket etme durumundan köklenen bir yanılgı, bir yanılsamadan başka bir şey değil. Ayırt edici bilinç işe karışıp dünyayı ben ve ben olmayan diye ikiye bölünce bu ben yanılgısı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Aslında bilincin ayırt etmeden, seçmeden, bölmeden bütünü kavrama olanağı da var.

Ben’in var olma doyumsuzluğundan kaynaklanan ve ölümün sınırını aştığına inanılan uzantısına verilen ad’sa ruhtur. Budizm’de Özvarlık yoktur. Buda ben-ruh yanılgısını sergilemek istiyor. Bir kez ben-ruh yanılgısı oluştu mu bütün varlığımızı sarıyor, bilincimizin özgürce çalışma etkinliği engelleniyor, onun bitmez tükenmez istekleri nasıl yaşamı çekilmez bir hale koyuyor, sorunlarımız yaşamla bile sınırlı kalmıyor, ölümden sonrası ile ilgili sorunlar da gündeme girdiğinden onlar da kaygı ve üzüntü konusu olmaya başlıyor.

Buda ben’i kurtarmaya değil, bizi ben’den kurtarmaya çalışıyordu. Ölümsüzlüğe erişmek için tek bir yol olduğunu savunuyordu. Öncesizden sonsuza uzanıp giden varoluş zincirinin içindeki yerimizi bulmak, evrensel yaşam ırmağının içimizden aktığının, yaşam gücünün bizim burun deliklerimizde, bizim ciğerlerimizde nefes alıp verdiğinin bilincine erişmek....

 

2. Nedensellik Çemberi- Bağımlılık ve Özgürlük- Karma ve Gene doğum

Buda’ya göre varolan her şey nedenselliğin bir sonucu olarak vardır, boşluktan yokluktan oluşan bir evrende nedenselliğin döngüsüne takılan yokluk varlığa dönüşür, her neden bir sonucu, her etki bir tepkiyi zorlar. Evrenin değişmez yasası nedensellik (Karma) yasasıdır. Ne başlangıcı ne de sonu olan evrende egemen olan yalnız doğa yasalarıdır. Buda böylelikle tanrıların görevini yasalara yüklemiş, tanrıları gereksizleştirmişti. Değil mi ki insanın geleceğini belirleyen nedenlerin zorladığı sonuçlardır, öyleyse insanın kendi eylemlerinin sonuçlarından kaçıp kurtulması olanaksızdır. Bir çocuğun anasından beklediği gibi tanrıların bize sevecenlik göstermelerini, bizi bağışlamalarını bekleyemeyiz. Eylemlerimizin sonuçlarından kurtulmanın bir yolu varsa, onu ancak kendi çabamızla kendimiz bulmalıyız.

On iki halkalı kapalı bir zincir olarak temsil edilen nedensellik yasası:
1. Yanılgı yanlış düşüncelere yol açıyor.
2. Bu düşünceler eğilimlere, karakter özelliklerinin biçimlenmesine ortam hazırlıyor.
3. Buradan da bilinç oluşuyor.
4. Bilincin bentle ben olmayanı ayırt etmesinden özne nesne ikiliği, ad ve beden ortaya çıkıyor.
5. Bundan altı duyu alanı gelişiyor.
6. Bu altı duyudan dolayı duyularla nesneler karşılaşıyor.
7. Bu karşılaşmadan hoşlanma, hoşlanmama gibi duygular oluşuyor.
8. Bu duygular isteklere, tutkulara dönüşüyor.
9. İstekler, tutkular bağımlılığa, insanın isteklerinin, tutkularının tutsağı olmasına, bireysel yaşam isteğine yol açıyor.
10. Bundan da oluşuma bağımlılık ortaya çıkıyor.
11. Oluşum doğuşa
12. Doğuşsa ihtiyarlık ve ölüme, ıstıraba, tedirginlik ve umutsuzluğa yol açıyor. Buradan da gene yanılgı çıkıyor ortaya.

Buda’nın yanılgıyı dizinin en başına koymasının nedeni olasılıkla bu döngüden tek çıkış yolunun bu halka olmasıyla açıklanabilir. İstekleri, tutkuları kışkırtan yanılgıdır ana yanılgıyı besleyen de gene istekler ve tutkulardır. Kökünü yanılgıdan alan düşünceler, karar ve eylemlere dönüşüyor. Düşüncelerimiz kararlarımızı, kararlarımız Eylemlerimizi belirlerken, eylemlerimiz de kararlarımızı etkileyip zorluyor. Her düşünce sonrakileri sınırlıyor. Biz kez tam bir özgürlük içinde bir şey düşünmüş olabileceğimizi varsaysak bile, ondan sonraki düşüncelerimizde aynı oranda özgür olamayacağımız açık. Giderek özgürlük alanı kısıtlanıp daralıyor... Şu anda ne olduğumuzu belirleyen dünkü düşüncelerimizdir. Bu gün kafamızdan geçen düşüncelerse yarınki yaşamımızı biçimliyor. Yaşamımız kesinlikle zihnimizin yaratısıdır.

Budist metinler dört tür bağımlılıktan söz ediyorlar.
1. İsteklerden, tutkulardan gelen bağımlılık
2. Yanlış görüşler, kanılardan kaynaklanan bağımlılık
3. Erdemli bir yaşamla ve kurallara tıpatıp uygun davranmakla kurtuluşa erişilebileceğini sanmaktan gelen bağımlılık
4. Sürekli ve değişmez bir ben’in varlığına inanmaktan gelen bağımlılık

İsteklerimizin tümüne yakın bir bölümü toplumun yapay olarak yarattığı gereksiz şeyler.Örneğin toplum bizi zeki bir adam gibi görünmeye isteklendiriyor. Çevremizde beğenilen bir kimse olmak bize nelere mal oluyor ? Bunun karşılaştırmalı bir hesabını yapabilmiş olsak, harcadığımız bunca çaba, üzüntü, sıkıntıya değmeyeceğini anlayacaktık. Başka insanların önüne geçememek, başka insanlara üstün olamamaktan gelen ezikliklerin ardında hep ben yanılgısı yatıyor ama bu ben yanılgısını besleyen de toplumun özendirici etkisi.

Bir kere gözümüzü açıp ta bu koşturmacanın amaçsızlığını, anlamsızlığını görebilsek, bu koşullanmalar, biçimlenmeler etkisini yitirecek, ve bağımlılık da ortadan kalkacak. O zaman ıstırap yerini özgürlüğümüzü yeni baştan kazanmış olmaktan gelen aşkın bir mutluluk duygusuna bırakacak, nedensellik döngüsünden kendimizi kurtarmış, daha doğrusu döngüyü ters yöne çevirmeyi başarmış olacağız.

İnsan kendini yanılgıdan nasıl kurtarır? Bu sekiz basamaklı yolla mümkündür. Yanılgıdan kurtaran bilgiye çıkarımcı düşünceyle varılamaz. Çünkü bu tür düşüncede özgürlük yoktur. Budizm görüşüne göre, bizi yanılgıdan kurtaracak bilgiye ancak sezgiyle erişilebilir. İnsan yanıldığını, yanılmadığını; aldatıldığını, aldatılmadığını; sevildiğini, sevilmediğini ancak sezgiyle anlayabilir. Uyanan kimse karmanın elinde eli kolu bağlı bir oyuncak olmaktan kendini kurtarmış olur.

Koşullanmaya, biçimlenmeye bütünüyle karşı koyabilecek bir insan yok bu dünyada. Yanında yada karşısında tutum almakla her zihnini sınırlamış oluyor. Bizi düşündüğümüz gibi düşünmeye, davrandığımız gibi davranmaya iten ön koşullar, düşünsel yada duygusal zorunluklar var. Uyanınca bu zorunluluğu fark etmiş oluyoruz ve zorunluluk zorunluluk olmaktan çıkıyor. Bu yüzden de karma değiştirilemez bir alın yazısı sayılmaz, uyanan kimse karmanın bağlarını da koparmış olur.

Eylemlerimiz er geç bize geri döner. Her eylemin iyi yada kötü sonuçları eninde sonunda eylemi yapana ulaşır.

Buda, kalıcı olan bir yaşamdan öbürüne aktarabileceğimiz, şu gövdemiz içinde saklanan bir şey olamayacağını anlatmaya çalışmıştı. Öyleyse gene doğumla söz edilmek istenen neydi? Buda’ya göre bir yaşamdan ötekine aktarılan ben yada ruh değil, yalnızca eylemlerimizin zorladığı nedensel sonuçlardır. Bu senin gövden de değil, başka birisinin gövdesi de değil. Ona geçmiş eylemlerin (karma) ürünü gözüyle bakmak daha doğru olur. Önceki bir yaşamda yaptıklarımın ödülü ya da cezası da değil. Ben nedensellik zincirinin bir zorunluluğu olarak varım. Eylemlerin bir sürekliliği var ama ben’in de bilincin de sürekliliği yok. Buda’nın dilinde doğum ölüm döngüsü, yaşamların önceki yaşamların etkisiyle biçimlendiğini anlatmaktan öte bir anlam taşımıyordu.

3. Nirvana

Nirvana, Batı’da genelde anlaşıldığı gibi ölümden sonra değil, burada ve şu anda gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. İstek ve tutkuların yok olması, ıstırabın etkili olmayacağı bir iç barışa, iç suskunluğa, aşkın bir mutluluğa erişmektir. Nirvana’ya erişme isteği de dahil olmak üzere tüm istek ve tutkular bırakılmadan, olanla, gelenle yetinmekten gelen iyimser bir yetingenlik kazanılmadan nirvana gerçekleştirilemez. Nirvana’yı gerçekleştiren kimse bir yandan da günlük yaşamını normal haliyle sürdürüyor. Eylemlerinin bir takım nedensel zorunluluklar (karma) yaratmaması da olanaksız elbette. Nirvana’ya erişen kimselerin tek farkı, bu zorunlulukların dışında kalmayı başarabilmesi. Eylemlerinde beğenilmek, beğenilmemek gibi bir güdü etkin olmuyor, yaptığı işlerden alkış beklemiyor, başarı ya da kazanç onu fazla sevindirmediği gibi başarısızlık ya da yitim de fazla üzmüyor. Kuşkusuz acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun eğmesini de biliyor. Ben’i aşınca bütünle bütünleşiyor.. Yarının getireceklerine kaygısız, ben’in doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, şu yaşam nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya başlıyor. Özgürlük, coşku, aşkın mutluluk içinde, akıp gitmekte olan yaşam ırmağı içindeki yerinin bilincine erişiyor.

Buda’nın öğretisi, bir yandan ben’i yokumsarken öbür yandan da bireyciliği en ileri götürmüş olan öğretidir. İnsanın toplumun kendisine giydirdiği kişiliksiz kişilikten soyunup gerçek varlığıyla başbaşa kalınca gerçeği olduğu gibi özümleyecek bir yeteneğe sahip olabileceğine inanıyordu.

Buda ölümden sonra ne olduğuyla ilgili sorulara yanıt vermek istemiyordu. Böyle bir soruyla karşılaşınca ya susuyor, ya da şöyle diyordu: Göğsünüze zehirli bir ok saplanmış olsa, oku çıkartmaya çalışacak yerde, oku atanın kim olduğunu, hangi kasttan, hangi soydan geldiğini, boyunu bosunu, oku atmaktaki amacını falan mı araştırmaya kalkardınız? Ben bir şeyi açıklamıyorsam bırakın açıklanmamış olarak kalsın. Peki neden açıklamıyorum? Çünkü o şeyin açıklanması size hiç bir yarar sağlamayacaktır da ondan. Çünkü bu sorulara yanıt aramak ne aydınlanmanıza, ne bağımlılıktan kurtulup özgürlüğünüzü kazanmanıza, iç suskunluğuna, gerçeğe ermenize, Nirvana’ya erişmenize katkıda bulunabilir.

Buda öğretisinde hiç bir dogma, iç yaşantıyla doğrulanamayacak hiç bir inanç getirmemeye özen göstermiştir.

Varoluş, devingen gücünü nedensellikten alan sürekli bir oluşum, değişim sürecinden başka bir şey değildir; varolşun ardında durağan bir öz, tözel bir nitelik yoktur. Budizm’de tözsüz, özvarlıksız bir nedensellik vardır.

4. Sekiz basamaklı yüce yol

1. Tam görüş
2. Tam anlayış Bu basamaklar kendimizi de, dünyayı da olduğu gibi, gerçek böylesiliğiyle görmeyi, adların biçimlerin gizlediği temel gerçeğin, her şeyin ıstırap, her şeyin oluşum, değişim içinde olduğu, kalıcı bir ben’in, değişmeyen bir töz’ün olmadığı anlayışına ulaşmayı amaçlıyor.
3. Doğru sözlülük
4. Tam davranış Bu basamak, özgür istencinizin ürünü olan, içten geldiği için, hiç bir amaç gütmeden yapılan davranıştır.
5. Doğru yaşam biçimi Yaşamını sağlamakta doğruluktan ayrılmamak, kendine yetecek olandan çoğunu elde etmeye çalışmamaktır.
6. Tam çaba, tam uygulama Her şeyin tam bir özenle, eksiksiz yapılmasıdır. Bir Budist’in oturması, kalkması bile büyük bir dikkatle yapılmalıdır. Zihnini bencil düşüncelerden arıtmak sürekli bir uğraş olmalıdır. Zihnin arıtılması, bencil düşüncelerden ayıklanması dört yüce duygunun yüzeye çıkmasına olacak sağlar: Sevecenlik, acıma, sevgi, yan tutmama.
7. Tam bilinçlilik
8. Tam uyanıklık

Bu basamaklar meditasyonla ilgilidir. Meditasyon Batı’da anlaşıldığı gibi derin derin düşünme değil, düşüncenin aşılmasını, çıkarımcı düşünceden arıtılmış bir zihinle, salt bilinçli olmayı amaçlayan bir yöntem. Tam bilinçlilik, tüm duyumların, duyguların, düşüncelerin ruhsal durumların ayırdında olacak biçimde bir alıcılık, bir uyanıklık durumunu sürdürmektir. Algının kapıları öylesine temizlensin ki, her algı hiç bir engelle karşılaşmadan bilince ulaşabilsin.

Sözcükler de bilinçle yaşantı arasına giren bir engel oluyor çoğu kez. Sözcüklerden oluşan düşünceler durmadan bizi, iyi kötü, hoşa giden hoşa gitmeyen gibi ayrımlar yapmaya, yargılara varmaya kışkırtıyor. Artık dünyayı olduğu gibi değil, kurgularla, soyutla, soyutlamalarla yani sözcüklerle dünyayı kavrıyoruz. Gerçeğin sözcüklerle kavramlarla değil, ancak yaşantıyla kavranabileceğini savunan Budizm sözcüklere, kavramlara tutsak olmak yerine onları tam olarak denetim altına almak istiyor.

Budist meditasyonun özü nefes alıp verdiğinin ayırdında olmakla başlayan yaygın dikkattir. İnsan nefes alıp verdiğine duyarlı olunca yaşadığının da farkında oluyor, geleceğe ya da geçmişe değil, kendini şu ana ayarlıyor, şimdide yaşamaya başlıyor, duyulara daha duyumlu, duygulara daha duyarlı oluyor; kendinden kopuk, kendinden habersiz yaşamaktan kurtarıyor kendini, yaşamla da kendiyle de bütünleşiyor. Bu uygulamada yol almış kimse gövdesinde kendi istencine bağlı olmadan bir nefes alıp verme işleminin sürüp gittiğine duyarlı olmaya başlıyor. Bu yaşamsal bir yaşantı olarak kendini açığa vuruyor, ve bu izlenim insanda iç barış, esenlik ve mutluluğun oluşmasına yol açıyor. Artık zihindeki karmaşa yatışmıştır.

Buda’nın meditasyon yöntemi öyle dalıp gitmeyi kendinden geçmeyi değil, tersine sürekli uyanıklılığı, sürekli bilinçli kalmayı gerektiriyor.

Tam bilinçlilik gerçekleşince tam uyanıklık kendiliğinden gelir. Burada tüm ikilikler yok olur; düşünenin düşünceden, bilenin bilinişten, öznenin nesneden kopukluğu diye bir şey kalmıyor; zihinle yaşantı arasındaki bölüntü kalkıyor. Bütün bu ayrımların yaşantıyla ayırt edilecek somut bir gerçekliği olmadığını, bunların akıl yoluyla varılmış çıkarımlar olduğunu fark ediyorsunuz. Size “bu benim, bu da benim düşüncem” yada “gören benim, bu da gördüğüm şey” diye ayrım yapmanıza olanak veren şeyin bir gözlemden daha çok, sözcüklerin ve mantığın aracılığıyla elde edilmiş bir kuramdan başka bir şey olmadığını anlıyorsunuz.

      ====================================================================

 

 

HİNDUİZM



    Hinduizm çok kapsamlı ve geniş bir dindir. En üstte bulunan Realite' ye tapar ve bütün insanların er geç Gerçeği fark edeceğini belirtir. Ebedi bir cehennem ve lanetlenme diye bir şey yoktur. Tek tanrıcılıktan ("Sadece Tannrı vardır") tanrıya inanan düalizme kadar bütün ruhsal yolları kabul eder. Her varlık kendi yolunu seçmekte özgürdür; bunu ister duayla, ister inzivayla, ister meditasyonla yapar, isterse fedakarca davranışlarla. Tapınaklarda tapınmaya, kutsal metinlere ve guru disiplini geleneğine önem verir. Dinsel bayramlar, haç, kutsal ilahiler ve evlerde tapınak uygulanan geleneklerdir. Hindu yolunu sevgi, şiddetten kaçınma, iyi davranışlar ve doğruluk yasası tanımlar. Bütün karmalar temizlenene, Tanrı fark edilene kadar her varlık yeniden bedenlenir. Muhteşem kutsal tapınakların, Hindu evindeki huzur dolu dindarlığın, metafizik ve yoga bilimin önemi büyüktür. Hinduizm mistik bir dindir. Bu dinde olan kişiyi iç varlığındaki Gerçeği kişisel olarak tecrübe etmeye, sonunda insan ile Tanrı' nın bir olduğu şuurun zirvesine ulaşmaya teşvik eder.

Kuruluşu : Hinduizm dünyanın en eski dinidir. Başlangıcı belli değildir ve kayıtlı tarihten öncesine kadar uzanır.

Kurucu : Belli bir kurucusu yoktur.

Kutsal Metinleri :
 

BAGAVAT-GİTA

 

BRAHMANA' LAR

 

MANU' NUN YASALARI

 

PURANALAR

 

UPANİŞAD' LAR

 

VEDALAR 

RG VEDA

 

SAMA VEDA

 

YAJUR VEDA

 

ATHARVA VEDA

Mezhepleri :
1- Saivizm
2- Sahtizm
3- Vişnaizm
4- Smartizm

=============================================================

 

MASONLUK

 

Düşünsel (Spekülâtif) masonluk ne zaman, niçin ve nerede başlamıştır? Nereden kaynaklanmaktadır?

Yoğun araştırmalar için harcanan bunca çaba ve zamana karşın, bu sorulara henüz yanıt bulunamamıştır.

Gerçekte sorunlar, iyi niyetli ancak bilgisi yetersiz kimi mason tarihçiler tarafından daha da karmaşıklaştırılmıştır.

Yaklaşık olarak yüz elli yıldan bu yana, mason tarihçiler geleneksel tarihlerini çeşitli yöntemlerle araştırma çabasındadırlar ve 1717 yılında İngiltere Büyük Locasının kuruluşundan önceki dönemlere ilişkin, belgelere dayanan gerçek kanıtların taramasına girişmişlerdir.

Diğer taraftan, bu tür bilimsel sayılabilecek araştırma ve yayınlara karşın, gizemci ya da romantik diye tanımlayabileceğimiz bazı mason araştırmacıların işleri daha da karıştıran yayınları da süregelmektedir.

Bu durumda, düşünsel masonluğun tarihine iki temel yaklaşımın bulunduğunu ileri sürebiliriz; doğrulanabilir olgu ve belgelere dayanan bilimsel (ya da otantik) yaklaşım ve masonluğu gizemci gelenekler çerçevesine oturtmaya çalışan, ritüelik öyküler ve simgeler aracılığı ile çeşitli ezoterik (içrek) geleneklere bağlamaya çalışan romantik yaklaşım.

Sorunları daha da karıştıran bir yön de, her iki ana yaklaşımın kendi içlerinde de çeşitli fikir ayrılıkları içermesidir.

Ritüelde Tarih

Masonlar, masonluk tarihine ilişkin temel bilgilerini doğrudan kendi ritüellerinden edinirler. Çeşitli törenler sırasında, Kudüs'te Süleyman Tapınağının yapımını, orada çalışan çırak ve kalfa duvarcıları, onların başındaki usta Hiram'ı, mason gizlerini açığa vermek istemeyen Hiram'ın öldürülüş öyküsünü öğrenirler.

Ritüellerde ortaya konulan tarih, masonluğun Hz. Süleyman zamanında (İÖ 950) varolduğu ve o günlerden beri yaşayan bir sistem olarak süregeldiği biçimindedir.

Oysa, ritüellerin amacı tarihsel gerçekleri ortaya koymak değil, masonluğun ilke ve öğretilerinin aktarıldığı dramatik bir öykü sunmaktır.

Anderson Yasaları

Resmi anlamda ilk mason tarihi, 1723 yılında James Anderson'un ilk Büyük Loca için kaleme aldığı "Temel Yasa"nın bir bölümü olarak yazılmıştır.

Anderson'un çalışması, cennet bahçesindeki Hz. Adem'den başlayarak, 1717 İngiltere Büyük Locasının kuruluşuna kadar süren, geniş bir masonik söylenceden ibarettir.

Bu tarih yorumu nedeniyle Anderson sert eleştirilere uğramıştır. Ancak, onun bir tarihçi olmayıp, o dönemde yeni olarak düşünülebilecek bir kuruma onurlu bir geçmiş kazandırmaya uğraştığı anımsanırsa, bu eleştirilerin haksızlığı anlaşılır. Üstelik Anderson, özgün bir çalışma yaptığını da savunmamış, yalnızca Gotik duvarcı yasalarını yeniden düzenlediğini belirtmiştir.

1738 Yılında, Anderson Temel yasasının yeni bir baskısını hazırlar. Sınırsız düş gücünün egemen olduğu yeni bir tarih yorumu yaparak, İngiliz masonluğunun 10. yüz yıldan 1717 yılına kadar ayrıntılı bir tarihini verir. Kral Edwin'in 926 yılında York kentinde düzenlediği büyük toplantıyı Büyük Locanın ilk bir araya gelişi olarak ileri sürer. Ve bu toplantıların düzenli bir biçimde 1700'lere kadar yapıldığını savunur. Mimarları ve inşaat mesleğini uygulayanları korumuş olan tüm İngiliz soylularını ve bilinen tarihi kişileri büyük üstat olarak listesine alır.

İlk baskıda hak ettiği hoş görüyü, ikinci baskıda yer alan ayrıntılı ancak kanıtlanması olanaksız savlar nedeniyle yitirir. Üstelik Anderson'un Eylemsel masonlukla Düşünsel masonluk arasında hiç ayrım yapmamış olması da önemli bir eksikliktir.

Anderson'un yapıtı Büyük Loca adına yazıldığı için, sonraları neredeyse kutsal bir niteliğe ulaşmış, içerdiği tarih yorumu uzun süre tartışılmamış, masonların kendi tarih anlayışlarını derinden etkilemiştir.

Tarihsel Kanıtların Peşinde

Anderson'un eylemsel-düşünsel masonluk ayrımını hiç yapmamış olması, bilimsel yaklaşıma bağlı tarih araştırmacılarını huzursuz ederek, bu resmi tarih yorumunu eleştirmeye yöneltmiş ve eylemsel masonluk ile düşünsel masonluk arasında doğrudan bir bağlantı kurma arzusunu yükseltmiştir.

Gün ışığına çıkan her kanıt kırıntısı bile dikkatle incelenmiş, araştırma alanları mimari kayıtlardan eski lonca defterlerine kadar genişletilmiştir. Amaç aşikârdır: eylemsel masonluktan düşünsel masonluğa dönüşümün kanıtlanması gerekmektedir.

Gerçekten de, araştırmacılar İskoçya'daki eylemsel mason localarının ilginç özellikler gösterdiğini kanıtlamışlardır.

Bu localar coğrafi olarak birbirinden ayrı birimler biçiminde düzenlenmişler ve ülkedeki tüm inşaat işlerini sürdürüp denetlemişlerdi. İskoç eylemsel masonluğunda, bir başka locanın bölgesine geçen inşaatçıların kendilerini tanıtabilmek için, çeşitli gizli parola ve işaretleri kullandıkları da belirlenmiştir. Bu durum, farklı locaların, en azından bu tanıtım işaretlerini ve parolaları saptamak için bir araya geldiklerini, bu buluşmaların da locaları birleştiren bir örgütlenmenin ilk adımı olduğu düşünülebilir.

Öte yandan, araştırmalar, İskoçya'daki sözkonusu eylemsel locaların 16. ve 17. yüz yıllarda, inşaat mesleğinden olmayan kişileri de "kabul edilmiş" (accepted) ya da "centilmen" mason niteliğiyle aralarına üye olarak aldıklarının sarsılmaz kanıtlarını ortaya koymuştur. Üstelik, 17. yüz yılın sonlarına doğru bazı localarda kabul edilmiş üyeler çoğunluğu ele geçirmişler ve bu değişimi gösteren localar tümüyle düşünsel bir nitelik kazanmışlardır.

Tüm bu kanıtların bir araya getirilmesiyle, eylemsel masonluktan düşünsel masonluğa kademeli geçiş kuramının, en azından İskoçya için, doğrulandığı söylenebilir.

İngiltere Masonlarının Yorumu

İskoçya'da belirlenen bu eylemselden düşünsele geçiş kanıtları karşısında, İngiltere masonluğunun savunusu oldukça ilginçtir.

Onlara göre, yapılan araştırmalar İngiltere'de tam anlamıyla gelişmiş eylemsel locaların bulunmadığını göstermektedir. Ortaçağ'da İngiliz duvarcıların örgütlenmesi, alet ve takımların saklandığı ve dinlenme zamanlarının geçirildiği basit bir barakadan ibarettir ve bunun ötesinde önemli bir gelişme göstermemiştir. 1600 Yıllarında, İngiliz lonca sistemi zaten çökmüş durumdadır. Ne yöresel düzende örgütlenmeler, ne de gizli tanıtım işaretleri saptanabilmiştir. Hele eylemselden düşünsele geçiş dönemini belirleyen karma localara yönelik hiçbir ipucu yoktur. Kısacası, söz konusu geçiş ya da dönüşüm kuramı İngiltere için pek geçerli görülmemektedir.

Bu durumda, İngiliz mason kuramcılar, kabul edilmiş masonluğun hiç bir eylemsel öncüle bağlı olmadan İngiltere'de kendiliğinden yepyeni bir kurum olarak doğduğunu ileri sürmekten kaçınmamışlardır.

Kanıtlanması pek olası olmayan bu savın yanı sıra, düşünsel masonluğun İskoçya'dan İngiltere'ye geçmiş olabileceği tezini de, geleneksel ulusçulukları ile yadsımaktadırlar.

Özetle İngiliz mason tarihçilerin bir bölümüne göre, bugünkü masonluk İngiltere'den, hiç bir önceliği olmaksızın ve hiçbir başka ulustan etkilenmeksizin, kaynaklanmıştır.

İngiliz Adaları Dışında Eylemsel Masonlar

Zamanla, düşünsel masonluğun doğrudan kaynağı olabilecek duvarcı örgütlerinin İngiliz Adalarının dışında varolabileceği tartışılmış ve derinlemesine bir araştırmaya yönelinmiştir.

a)Roma İmparatorluğu

Öncelikle, Roma'nın "Collegia Fabrorum"ları, yani meslek örgütleri ele alınmıştır. Çoğu zaman, "Collegia" sözcüğüne gizemci ve düşünsel kült anlamları yakıştırılmaya çalışıldığı olmuştur. Oysa, Collegia'lar Roma'nın, varlıkları en eski çağlara kadar uzanan esnaf ve zanaatkâr dernekleridir. Bunlar arasında özellikle "Magistri Comacini" (Como Ustaları) 7. ve 8. yüz yıllarda tüm Orta Avrupa'ya yayılmış bir inşaatçı topluluğudur. Bu örgütün en önemli iki niteliği; kendi içinde bir derecelenme sistemi uygulaması ve üyeler arasında sıkı bir kardeşlik bağının kurulmuş olmasıdır. Roma mimari anlayışını Avrupa'ya yayan bu topluluk, Gotik mimarinin geliştiği 10. yüz yılda etkisini yitirmiştir.

Daha sonraki dönemlerde, Orta Avrupa lonca sisteminde ve mimar-duvarcı-taş yontucu mesleklerinin örgütlenmesinde Collegia'lardan esinlenilmiş olduğu düşünülebilir.

Anadolu'daki Ahi lonca örgütlenmesinde, Bizans yoluyla aktarılan Roma Collegia'larının etkisinin olup olmadığı ayrı bir inceleme konusu olabilir.

b)Manastırlar

Yaklaşık olarak 8 yüz yılla 12. yüz yıllar arası Avrupa'da, inşaatçılık çalışmaları manastırların çatısı altında sürdürülmüştür. Eylemsel masonluğun en parlak dönemini yaşamasını sağlayan Gotik mimari stili de manastırlarda ortaya çıkmıştır. Muhteşem Gotik katedralleri inşa eden masonlar, manastırlarda oldukça huzurlu bir yaşam ve çalışma olanakları bulmuşlardır. Roma Kilisesinin manastırlar üzerinde giderek artan baskıcı denetimi ve Gotik mimarinin etkisini yitirmesi üzerine, bu masonlar zamanla manastırlardan bağımsızlaşmışlar ve Collegia'lardan örnek alarak kendi örgütlerini oluşturmuşlardır.

c)Fransız Compagnonage'ları - Alman Steinmetzen'leri

Ortaçağ sonrasında Fransa'da oluşturulan meslek birliklerine genel olarak "Compagnonage" denir. Sözlük anlamı "birliktelik" olan bu örgütler ekonomik kriz dönemlerinde meslektaşlar arası dayanışma oluşturmak ve güvence sağlamak amacındadırlar. Birer öncü sendika niteliğinde olan bu kuruluşlar, zamanına ne devletçe desteklenmişler ne de kilise tarafından korunmuşlardır. Duvarcılarla birlikte diğer meslek gruplarından kişileri de barındıran "Compagnonage" örgütlerinin amblemlerinde gönye ve pergel bulunması oldukça anlamlıdır.

Yine Ortaçağ sonrasında, bu kez Orta Avrupa'da, özellikle Almanya'da örgütlenen eylemsel masonlar "Steinmetzen" yani taş ustaları olarak adlandırılırlar. 12.Yüz yıldan başlayarak, manastırlarla tüm bağlantılarını koparan duvarcı örgütleri, 13-17. yüz yıllar arasında tüm Avrupa'ya yayılmışlardır. "Steinmetzen"ler 14. yüz yılda Strasbourg kentini üs edinen bir merkezi örgütlenme oluşturmuşlar ve 1452 yılında da bir anayasa düzenlemişlerdir.

Ancak, hem Compagnonage'lar hem de Steinmetzen'ler üzerinde yapılan araştırmalar düşünsel nitelikte bir çalışmanın varolduğu hakkında herhangi bir kanıt ortaya çıkaramamıştır.

Eylemsel Masonlukla Dolaylı Bağlantı Kuramları

Otantik araştırma anlayışına bağlı bazı mason tarihçiler, duvarcı örgütleri ile düşünsel masonluk arasında doğrudan değil de, dolaylı ilişkiler olasılığı üzerinde durmaktadırlar.

Bu yaklaşım, düşünsel masonluğun kurucularının zamanında açıkça uygulanması olanaksız eylem ve düşünülerini gizlemek amacıyla, kendilerine eylemsel bir örgüt görünümü verdikleri varsayımını irdelemektedir.

15. Ve 16. yüz yıllar, siyaset ve dinin iç içe geçtiği ve fikir ayrılıklarının savaşlara bile yol açabildiği huzursuz bir dönemdir. Özellikle dinsel kurallara uymayan kişilere şiddetli yasal yaptırımlar uygulanmaktadır.

Bu kurama göre ilk düşünsel masonlar, devlet politikalarına ve dinsel uygulamaların katılığına karşı çıkan ve toplumsal gelişmenin sağlanması amacıyla çeşitli görüş ve inançta kişileri bir araya getirmek isteyen kişilerdir. Yaklaşımları devrimci bir nitelikte olmakla birlikte, geçerli dinsel yapıyı alaşağı etmeyi düşünmeden, vicdanların özgür kılındığı bir toplum düzenini kurmak arzusundadırlar.

Yine bu dolaylı etkilenme kuramı çerçevesinde, bir alternatif görüş de, masonluğun kaynağına düşünsel açıdan değil de, bir hayır kurumu niteliği açısından yaklaşmaktır. Bu varsayım, masonluğu 17. yüz yılda gelişen bir yardımlaşma örgütü olarak ele alır.

Diğer Örgütlerle Doğrudan Bağlantı Kuramları

Düşünsel masonluğun kaynağına ilişkin olarak geliştirilen diğer bazı kuramlar da, eylemsel masonluğun tümüyle dışında bulunan bir takım toplulukları ele almışlardır.

a) Gül-Haç Örgütü (Rozikrüsyen'ler)

Bu topluluk 16. yüz yılda Almanya'da ortaya çıkmıştır. Kurucusu, gerçekten yaşayıp yaşamadığı bilinemeyen Christian Rozenkreutz isimli bir kişidir. Bu örgüt 17. yüz yılda Fransa ve İngiltere'yi de kapsayan geniş bir alana yayılmayı başarmıştır. İlk bakışta hem localar, hem de dereceler açısından masonlukla büyük benzerlikler göstermektedir. Gül-Haç örgütü özünde gizemci bir topluluktur. Evrenin ve yaşamın gizlerini tümüyle gizemci bir yaklaşımla, hermetizm ve kabala gibi uygulamalarla tanımaya çalışmaktadırlar.

Masonluğun hemen her ritinde bulunan "Gül-Haç Şövalyesi" derecesi nedeniyle, düşünsel masonluğun Gül-Haçlardan kaynaklandığı sıkça ileri sürülmüştür. Öyle ki, İngiltere'deki ilk düşünsel masonlar arasından bazılarının aynı zamanda Gül-Haç örgütüne üye olduklarının bilinmesi, doğrudan bir bağlantının kanıtı olarak sunulmuştur. Bazı savlar masonluğun, Gül-Haç'ların İngiltere'deki şubesi olduğu noktasına kadar vardırılmıştır.

b) Tampliye'ler

Düşünsel masonluğun kaynağı olabilecek örgütler arasında belki de üzerinde en çok durulmuş ve tartışılmış olanı Tampliye'lerdir. Özellikle, bir çok mason ritinde bazı yüksek derecelerin adı olarak "Tampliye Şövalyesi" unvanının benimsenmiş olması dikkatleri bu örgüt üzerine çekmiştir.

Bir keşiş-şövalye tarikatı olan Tampliye'ler, 1118 yılında Kudüs'te kurulmuştur. Görünen amaçları, Hıristiyanların Kutsal Topraklar'da esenlik içinde yolculuk yapabilmelerini sağlamaktı. Bir adı da "İsa'nın Yoksul Askerleri" olan bu tarikat, Kudüs'te Süleyman Mabedinin yıkıntılarının bulunduğu bir bölgede yerleşmişti. Bu nedenle de, aynı zamanda "Tampliye" yani tapınak tarikatı adı ile tanındılar.

Tampliyeler, 1128 yılında toplanan Troy konsilinde, St. Bernard'ın girişimleri ile Roma Kilisesi tarafından onaylandı ve Papa'dan başka hiçbir otoriteye hesap vermeyecek bir statüye kavuştu. Tarikat kısa sürede tüm Avrupa'lı soylulardan ve dinsel kurumlardan parasal destek gördü ve hızla gelişti, hem üyelerinin sayısı, hem de mal varlığı arttı. Zamanla, bankerlik işlemlerine de başladılar. Para ve değerli malların para karşılığında bekçiliğini yapıyorlar, faiz karşılığı borç veriyorlar, Avrupa limanları ile Filistin arasında kredi mektubu, çek gibi işlemler uyguluyorlardı.

12. Yüz yıl sonlarına doğru, topluluk tüm Avrupa'ya yayılmış, yaklaşık 30.000 üyesi bulunan ve inanılmaz bir mal varlığına sahip bir güç haline gelmişti. Tarikat tarafından, köprüler, yollar, katedraller ve şatolar inşa edilmişti. Tampliyeler artık Fransa ve İspanya krallarına bile borç verir duruma gelmişlerdi.

Doğu'da, Filistin'de Müslümanlarla ilişkilerini geliştirmişler ve özellikle Sünni otoriteye karşı çıkan Şii-batıni İslam tarikatleriyle (Lübnan'da Dürzi'ler ve Suriye'de Haşhaşi'ler) dostluk kurmuşlardı.

Ancak, önce Kudüs'ün sonra diğer Kutsal Toprakların tekrar Müslümanların eline geçmesi, Tampliyeler'in prestijini sarstı. Ellerinde bulundurdukları büyük maddi güç, Fransa kralı IV. Philip'i huzursuz etmekteydi. Nihayet, Avignon kentinde zorunlu olarak ikamet etmekte olan V. Clement, Philip'in politik baskılarına dayanamayarak, Tampliye tarikatının düzmece suçlamalarla yargılanmasına karar verdi. 1309 Yılında, Fransa'da bulunan şövalyeler Büyük Üstatları Jacques de Molay ile birlikte tutuklandılar. Suçlamalar, dinden çıkarak şeytana ve puta tapma ile sapık cinsel ilişkilerdi. Bir çok şövalye engizisyonun işkenceleri ile can verdi. Suçlarını itiraf etmeyen Büyük Üstat Jacques de Molay ile iki önde gelen şövalye 1314'te Paris'te yakılarak öldürüldü. Tarikat Papa tarafından kapatıldı ve tüm taşınmaz malları Hospitallier tarikatına devredildi. Tüm nakit varlıklar da Fransa kralının kasasına aktarıldı.

Bazı kaynakların ileri sürdüğüne göre, 1309 yılındaki tutuklamadan kaçan kimi şövalyeler İskoçya'ya kaçmıştı. Burada bulunan yerel Tampliye örgütüne sığınan bu kaçaklar, İskoç kralı Robert Bruce'ün ordusuna katılarak 1314 yılında İskoçya-İngiltere savaşına katılmışlar ve daha sonra da Heredom yakınlarında bulunan Kilwinnig isimli bir eylemsel mason locasına girmişler. Kesin olarak kanıtlanamayan bu savlara göre, Tampliyeler daha 14. yüz yıl başlarında, ilk kabul edilmiş masonlar olmuşlar. Aynı görüş, Avrupa'nın diğer ülkelerinde bulunan Tampliyeler'in de çeşitli localara katıldıkları biçiminde yinelenmiştir.

Tampliyeler en güçlü oldukları dönemlerde, Avrupa'nın hemen her yerinde çeşitli loncalar ve meslek dernekleri ile yakın ilişkiler kurmuşlardı. Tarikatın her şubesinde, önde gelenler arasında bir "Magister Carpentarus" bulunurdu ki bunlar gerçek mimarlardı. Tarikat özellikle Paris'te çok güçlüydü. Kentin yaklaşık üçte biri tarikatın denetiminde ve kralın yargılaması dışındaydı. Tampliyeler'e bağlanan meslek kuruluşları özgür dernekler olarak kabul ediliyorlar ve kraliyet yargıçlarının yetkilerinin dışında kalıyorlardı. Böylece haraç, angarya, göz altı gibi yaptırımlardan kurtulan tüm bu meslek sahipleri tarikatın kurallarına göre yaşıyorlardı.

Tampliyeler'in 1314 yılına kadar olan tarihleri sağlam belgelere ve kanıtlara dayanmaktadır. Ancak, mason localarına katıldıklarına dair tutarlı kanıtlar bulunamamıştır. Yalnızca, "Rite de Bouillon" adı verilen bir 18. yüz yıl yazmasında, düşünsel masonluğun Tampliyeler'den kaynaklandığını belirten bir ritüel saptanmıştır. Aslında, bir adı da "Eski İskoç Riti" olan Bouillon riti Andrew Michael Ramsay tarafından kurulmuştur. Ramsay bu ritin kuruluşunu 1737 yılında başlatmış ve düşünsel masonluğun Tampliye kaynaklı olduğunu savunmuştur. Bu rit, 1758 yılında "Olgunlaşma Riti"ni, 1786 yılında da "Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti"ni doğurmuştur.

Romantik Kuramlar

Düşünsel masonluğun kaynaklarına ilişkin diğer bir büyük kuramlar topluluğunu, genel olarak "romantik kuramlar" olarak adlandırmak olasıdır. Bu kuramlar şu ana akımlara indirgenebilir:

a)İçrek Yaklaşım

Bu yaklaşım mason ilkelerinin, ritlerin, simgelerin ve ritüelik terimlerin, diğer içrek örgütlerdeki unsurlarla olan benzerliklerinin irdelenmesi ve bulunan benzerliklerin rastlantısal olmayıp kasdi olduğunun savunulması ve böylelikle diğer içrek örgütlerle gelenek bağlarının kanıtlanabileceği savlarına dayanan yaklaşımdır.

Bu anlayışta, ilke ve çoğu simgelerin evrensel olabileceği göz önünde tutulmadan, tüm inisiyasyon töreni aracılığı ile girilen örgütlerin, gerçek ya da zorlama benzerlikler aracılığıyla, düşünsel masonlukla bağlantısı olduğu düşünülmektedir. Bu tür içrek örgütler arasında İsis-Osiris kültleri, Gnostik tarikatler, Pisagorculuk, Mitracılık, Orfizm, Kabalacılık, Simyacılar, Gül-Haç örgütü gibi topluluklar bulunmaktadır.

b)Gizemci Yaklaşım

Masonluk mesleğinin, düşünsel öğeleri ile birlikte, ezelden beri süregeldiğini, özünde Hıristiyanlık değerlerini içeren bir kurum olduğunu, Orta Çağ'dan itibaren lonca sistemi ile bütünleştiğini, dereceler biçiminde örgütlenme ve nesiller boyu mason gizlerinin aktarılması gibi unsurlar nedeniyle gizemci bir sisteme dönüştüğünü savunan bir yaklaşımdır.

Bu yaklaşımın bir hareket noktası da simgelerdir. Mason simgelerinin çeşitli dinler, tarikatler, gizli örgütler ve gizemci kurumların simgeleri ile karşılaştırma ve ilişkilendirme yolunu tutar.

c)Gelenekçi Yaklaşım

Anderson geleneğini sürdürerek, düşünsel masonluğu cennet bahçesine ve Adem'e kadar geri götürür. Kesin belge ve kanıtların bulunduğu dönemlerde bile, masonluğun değişim ve gelişmelerini yadsıyarak, ritüelin tüm ayrıntıları ile ezelden beri uygulana geldiğini savunan, tam anlamı ile dogmatik bir anlayıştır.

Sonuç

Düşünsel masonluğun kaynaklarına ilişkin kesin bilgi ve belgelerin bulunmaması, bu konudaki yaklaşımların çeşitliliğini arttırmıştır. Masonlukta, merkezi denetime bağlı tek bir ritüel ve standart bir ritüel yorumlaması bulunmadığı için, her mason topluluğu kaynak konusunda kendine ait ayrı bir tarih yorum ve anlayışı geliştirebilmiştir. Bugün için, tüm mevcut loca ve eski meslek örgütlerinin kayıtları gözden geçirilmiş olmasına karşın, düşünsel masonluğun gerçekten nereden kaynaklandığını kanıtlamak olası değildir. Ancak mason tarihini araştıranlar, henüz kilise ve özel aile arşivlerini incelemek olanağını elde edebilmiş değildirler.
    

===============================================================

 

İHVAN-ÜS SAFA



    On birinci yüzyılın ortalarına doğru (kesin olmamakla birlikte 1047-1048 yıllarında), önceleri Basra' da, daha sonra Bağdat' ta "İhvan-üs-Safâ" adlı uzlaşmacı (Eklektik) bir düşünce akımı ortaya çıktı. İhvan-üs-Safâ' ya mensup bulunanların gerçek kimlikleri, nerede ve ne zaman yaşadıkları hakkında kesin ve ayrıntılı bilgiye sahip olunamadığı için, bu gizli topluluk günümüzde de çok tartışmalı bir konumda bulunmaktadır.
    Akımın amacı, Müslümanları bağnazlıktan kurtarmak, bilim anlayışını ve doğa bilimlerine dayanan felsefeyi egemen yapmak, toplumu düzeltecek bir aydınlar ahlâkı yaratmaktı. Ortaya çıkardıkları kolektif bir eser olan, bir tür ansiklopedi ile amaçlarına bir dereceye kadar ulaşmışlardı. İhvan-üs-Safâ' ya "İslâm Ansiklopedistleri" demek yanlış olmaz.
    Bu akımın Arapça tam adı "İhvan-üs-Safâ ve Hillan-ı Vefâ" idi. "İhvan" sözünün anlamı, candan ve samimî dostlar, kardeşler demektir. "Safâ" sözü ise saflık, berraklık, içtenlik, arınmışlık anlamına gelmektedir. "Hillan", dostlar anlamına gelirken; "Vefâ" sözü ise bağlılık demektir. Bu düşünce grubunun adının Türkçe olarak tam karşılığı "Arınmışlık Kardeşleri ve Bağlılık Dostları" olmaktadır.
    (Yaptığım incelemelerde, grubun adının bir çok farklı kaynakta değişik biçimlerde yazıldığını gözledim. Örneğin; İhvan-üs-Safâ, İhvân-i Safâ, İhvanüssafa, İhvan-üs-Safâ, İhvan al-Safâ, İhvan el-Safâ, İhvan-ül Safa ya da İhvan-üs Safâ biçimlerinde yazıldığına rastladım. Hatta, aynı kaynakta farklı yazılışlar olduğunu da gördüm. Bu yazılışlardan hangisinin doğru olduğunu belirleyemedim. Bu konuda yardımcı olacaklara Şükran duyacağım.)
Bazı araştırmacılar, topluluğun adının "Kelile ve Dimne" de (hayvanlar arasında geçen öyküleri ahlâki olarak ele alan Hint masalları derlemesi) yer alan "Gerdanlıklı Güvercin" (el-Hamâme el-Mutavvaka) adlı öyküden alındığını ileri sürmüşlerdir. Oysa, bu topluluğun bir "kardeşlik toplulugu" olması ve gönül temizliği ile bağlılık ve yardımlaşmayı kendilerine ilke edinmeleri bu adı almaları için yeterli bir neden olmalidir. Ayrıca, Kelile ve Dimne' de geçen öykünün özü de, topluluğun bu ilkelerine uygun düşmemektedir.
    Günümüzde bilindiği kadarıyla, etkinlikleri her ne kadar yalnızca düşünsel düzeyde gerçeklesmiş ve İhvan-üs-Safâ özde entelektüel bir akım niteliğinde kalmışsa da, dönemin ortodoks İslâm anlayışına karşı çıkmaları nedeniyle, örgütsel yapıları tümüyle ezoterik özelliklere sahip olmuştur. Örgüte katılacak kişilerin özenle seçilmeleri, toplantılara sadece kendi üyelerinin kabul edilmesi ve derecelere bağlı bir hiyerarşik yapı bulunması İhvan-üs-Safâ' nin ezoterik karakterini göstermektedir. Hatta, örgütün böyle bir gizlilik içinde çalışması bazı araştırmacıların onları mason örgütlerine benzetmesine bile neden olmuştur (W. Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi - Çev. M. Fuad Köprülü, Ankara.1973 s.32; Seyhun Tunasar, İnanç Evrimi İhvan-üs-Safa ve Masonluk, Mimar Sinan Dergisi 32, İstanbul 1979,s.23).
    İhvan-üs-Safâ mensupları, kendilerini aydınlanmaya ve ahlâk bakımından arınmaya adamış kişilerdi. Amaçları, o döneme kadar, ortodoks İslâmin kesinlikle reddettiği felsefe ve mantık gibi sorgulama ve irdeleme yöntemlerini kullanarak, dinsel inançları ve entelektüel sistemi yeniden yapılandırmak ve en sonunda toplumsal yapıyı dönüşüme uğratmaktı. Böylece, resmî İslâmin baskısı altında gerçek inancı yitirenlere yol gösterecekler, onları saf dine çağıracaklardı. İhvan-üs-Safâ' ya göre, şeriat yanlış inançlarla bozulmuştu ve felsefe, bilim anlayışıyla temizlenmeli, gerçek özü meydana çıkarılmalıydı.
    İhvan-üs-Safâ, ölümsüzlüğüne inandıkları ruhun Tanrı' ya ulaşmasını sağlayacak bir öğreti formüle etmeye çalışmışlardı. Önerdikleri yol, ortodoks İslâmın yanlışlarından kaçınmak için, felsefe ile İslâm kuralları arasında bir uyum sağlayacak ve böylece insanları yetkinliğe kavuşturacak bir yöntemdi. Felsefe ile dinsel inançlar arasında sentezi Neo-Platoncu yaklaşım sağlarken, bir yandan Aristo mantığı, diğer yandan Pythagorasçı sayılar bilimi kullanılıyordu. İhvan-üs-Safâ öğretisi, eski Yunan, Hind ve İran bilgeliğinin bir karışımı biçimindeydi. Böylece oluşturulan sistem, İslâm inançları ile, Grek felsefesi, Zerdüşt dini, Hind gizemciliği ve Gnostizm' den öğeler taşıyan dikkate değer bir senteze ulaşmaktaydı.

Resâ'il
    İhvan-üs-Safâ, "Resâ' il" (Risaleler) adı verilen ve elli iki bölüm ya da "risale"den oluşan bir tür ansiklopedi ile öğretilerini kaleme almışlardı. Resâ' il, sonradan Mısır' da basılmıştır. Bu ansiklopedinin bir çok yazarı vardı. Çesitli kaynaklara göre, risalelerin yazarları arasında; Ebû Süleyman Mihricanî, Ebu' l Hasen Zencanî, Ebû Ma' ser Belhî (Mukaddesî olarak da bilinir), Zeyd bin Ruf' a gibi düşünürler bulunuyordu. P. Casanova "Journal Asiatique" isimli dergide yayınlanan bir araştırmasında, eserde sık sık geçen Zodyak (burçlar) takvimine dayanarak, yazılış tarihini 1049 ve yerini de Mısır olarak ileri sürmektedir.
Ancak bir çok araştırmacı yazılış yerinin Mısır olduğunun kabul edilmesi için bu kanıtları yeterli görmemektedir.
    Buna karşılık, konuyu araştıranların çoğunun, İhvan-üs-Safâ' nın Basra' da ortaya çıktığını kabul ettiği bilinmektedir. O dönemin Basra' sı, yeni bir takım düşünsel ve dinsel akımlara sahne olması bakımından İslâm dünyasının en önemli merkezlerinden biridir. Bir çok önemli düşünür Basra' da öğretilerini yaymış, Mürcie ve Kalenderiyye gibi tarikatler orada ortaya çıkmıştır. Özetle Basra, yeni oluşumlara hem alışık, hem de potansiyel olarak hazır durumdadır. Bazı kaynaklar, İhvan-üs-Safâ' nin Bagdat' ta da bir kolu olduğunu belirtmektedir. Ancak bu konuda ayrıntılı bir bilgi mevcut degildir. Zaten bu örgütlenme, bir bakıma bir felsefe kulübünün, bir düşünce derneğinin gönüllü üyelerinin içten etkinliklerini andirdiği için, ülkenin her yöresinde üyelerinin bulunması olasıdır.

Düsünsel Köken
    İhvan-üs-Safâ' nın ortaya çıkışı, o dönemin en etkin akımları olan İsmailîler, Batınîler, Karmatîler arasındaki politik ve örgütsel ilişkiler, İhvan-üs-Safâ' nın da bunlarla öğreti bağlantısının olup olmadığı gibi konular, İslâm düşüncesi tarihinin en zor ve en tartışmalı sorunları arasındadır. İhvan-üs-Safâ' nın, İslâm toplumunun hangi düşünce ve inanç kesiminden kaynaklandığı konusunda araştırmacılar arasında bir görüş birliği yoktur.
    İhvan-üs-Safâ' dan günümüze kalabilmiş tek eser olan Resâ' ilin incelenmesi, akımın Batinîlik ile, özellikle İsmailî batinî akımlarla bağlantılı olduğunu göstermektedir. Bu konuda, Fransız araştırmacı P. Casanova "İsmailî görüşlerinin tümünün Resâ' ilde bulunduğuna eminim" diye yazmaktadır. Benzer biçimde MacDonald "Muslim Theology" (İslâm Tanrıbilimi) adlı kitabında, İsmailî mensuplarının İhvan-üs-Safâ' nın risalelerini öğrendiklerini ileri sürmektedir. Sonraki dönemlerde, risalelere en fazla İsmailîler sahip çıkmışlar, hatta Resâ' ili "Kur 'an' dan sonraki Kur' an" olarak nitelendirmişlerdir. Resâ' ilde bir çok yerde israrla yinelenen "Te' vil" kavramı, yani Kur' an' in ezoterik yorumu, tümüyle Siî kökenlidir. İhvan-üs-Safâ ile İsmailî bağlantısı hakkında aşağıdaki bölüm Edward Burman' in "The Assassins - Holy Killers of Islam" (Hasisîler - İslâmin Kutsal Katilleri) adlı eserinden alınmıştır: "İsmailîler, tüm risalelerin, gizli imamlardan biri olan İmam Ahmed tarafından yazıldığına inanırlardı. Suriye Haşisîlerinin başı, Seyh-ül Cebel Resid' üd Din Sinan' ın Resâ' ilde bulunan felsefi düsünceleri ustaca yorumladığı biliniyor. Diğer taraftan İsmailîlerin, Resâ' ilin 2.bölüm 8. risalesinde dile getirilen ideal insan tanımlamasının Hasan Sabbah' i kastettigine inanırlardı. Resâ' ile göre ideal kisi, "soy olarak İranlı, din olarak Arap, kültürde Iraklı, deneyimleriyle Yahudi, davranışlarıyla Hristiyan, dine bağlılığıyla Suriyeli, bilimde Yunanlı, kavrayışta Hindli, yaşam tarzında Sufi, ahlâk olarak melek gibi, bilgide ilâhî ve kaderde ebedî olmalıdır (II, 376)".
    Diğer taraftan, Resâ' ilde yer alan bazı açıklamalar, Sünnî bir kökene kanıt sayılabilir. Özellikle, "Halife-i Rasidin"den (İlk Dört Halife) söz eden risaleler (III, 489 ile IV, 408) ve Hazreti Ayşe' den söz eden risale (I, 358), eserin Şiî ve İsmailî kökenli olduğu iddialarını zayıflatmaktadır.
    Ayrıca, Resâ' ilde belirgin bir tasavvuf eğilimi de bulunmaktadır. Özellikle, "mahiyet-ül ask" (III, 269-286) ve "vecd" (I, 240) bölümleri tam anlamıyla Sufi nitelikler göstermekte ve tasavvuf terimlerini içermektedir.
    Ancak, risaleler dikkatlice gözden geçirilirse, İhvan-üs-Safâ' nın, dönemindeki inanç farkları ve mezhep ayrılıklarından usanıp, bunlara bir son vermek, bu konudaki bağnazlığı yıkmak amacıyla yola çıktıkları anlaşılır. Düşüncelerini temellendirmek için esas aldıkları tüm kaynakları, bütün sınırlamalar ve önyargılardan arınmış olarak, istedikleri gibi kullanmışlardır. Onlar için, Kur' an ne kadar önemli ise, Tevrat ve İncil de o kadar önemlidir. Muhammed' in sözleri ne kadar önem taşıyorsa, felsefede Sokrates' in ya da Platon' un, matematik ve geometride Pythagoras' in sözlerinin de önemi o kadar büyüktür. Ancak İhvan-üs-Safâ, Müslüman bir toplum içinde yaşaması ve kendilerinin de Müslüman olması nedeniyle, Kur' an ve Muhammed' in sözlerine daha fazla ağırlık vermiş, daha çok alıntı yapmışlardır.
    İhvan-üs-Safâ, mezhep tutkusundan uzak olduklarını ve kaynağı ne olursa olsun, doğru buldukları her düşünceyi benimseme eğiliminde olduklarını şöyle dile getirir:
    "Kardeşlerimizin, bilimlerden hiçbirine düşman olmamaları, hiçbir kitabı hor görmemeleri, mezheplerden hiçbirine önyargı ile bakıp, bağnazlığa düşmemeleri gerekir. Zira, bizim görüş ve inancımız bütün mezhepleri kapsar ve bütün bilimleri kusatır. Bizim bilimimiz, başlangıcı ve sonu, gizliliği ve açıklığı bakımından hepsinin tek bir ilke, tek bir neden, tek bir evren ve tek bir ruhtan oluşmaları dolayısıyla, duyulan (mahsus) ve kavranan (makul) tüm varlıkların incelenmesidir. (IV, 41-42)"
    Risalelerde, Ehl-i Beyt' in (Muhammed' in akrabaları, ev halkı) üstünlüğünü ve Kerbelâ olayını vurgulamış olduklarından dolayı, aşırı Şiî ve İsmailî bir görünüm vermemelerine karşın, Şiîlikle hiç ilgili olmadıklarını söylemek de olanaksızdır. Onların, en azından Siî sempatizanı ya da Seyyid Hüseyin Nasr' ın ileri sürdüğü gibi "Sufi egilimli Siîler" oldukları yönünde bir kanı uyanmaktadır. Ancak, her konuda olduğu gibi, bu konuda da bağnazlıktan uzak, her düşünceye açık, yararlı olan her fikri alma taraftarıdırlar.
    Bu açıklıkta aşırıya giderek, sonuçta İslâmın ruhuna aykırı düşen bir takım düşüncelere sahip oldukları gerekçesiyle bazı Müslüman düşünürler tarafından eleştirilmişler, hatta sapkınlıkla suçlanmışlardir.
    İhvan-üs-Safâ' nin Resâ' ilde kullandığı dil fazlasıyla simgeseldir. Abbasî yönetiminin hısmından korunabilmek için özellikle seçilmis bir tarzdır bu. Resâ' il, ders çıkarılacak çok sayıda hayvan öyküleri içermekte, bazı bölümleri tümüyle gizli mesajlar ve kodlardan oluşmaktadır. Bu özellik, İhvan-üs-Safâ' nin terim ve kavramlarını bilmeyenlerin, Resâ' ilin içeriğini tam anlamıyla değerlendirmesini olanaksız biçime getirmektedir. Risalelerde gizli etkinliklerin en önemli anahtarı olarak "ağzi sıkılık" önerilir. Bu özellik, Tanri' nin bahsettiği yetenekleri başkalarına belli etmemek ilkesinden kaynaklanmaktadir.
    İslâm Ansiklopedisine göre, Resâ' il' in içeriği uzlasmacı bir nitelikte olup, öğretinin temel noktasını, evrenin tek ilâhî kaynağı olması ve ruhların bu kaynağa, yani Tanrı' ya geri dönüşü inançları oluşturmaktadır. Nasıl tüm sözcükler ağızdan çıkmakta, ışık güneşten yayılmaktaysa, evren de Tanrı' dan kaynaklanmaktadır. Bu Neo-Platonculuk kökenli kavramın adı "Sudûr" (emanation, yayılma, meydana çıkma) inancıdır. Önce Tanrı' nın vahdeti (birliği) ve ondan da derece derece, 2. olarak akıl, 3. olarak nefs (ruh) doğar; ruh' tan 4. olarak ilk madde, 5. olarak doğa, 6. olarak cisimler çıkar; ondan 7. olarak felekler; ondan 8. olarak elementler evreni, ondan da 9. olarak madenler, bitkiler ve hayvanlar çıkar. Bu yayılışta her türlü kötülük ve eksikliğin kaynağı maddedir. Bireysel ruhlar, evrensel ruhun birer parçasıdır.
    Nasıl evrensel ruh kıyamet günü Tanrı' ya dönecek ise, ruhlar da bedenin ölümü ile evrensel ruha dönmektedirler. Bu nedenle "İhvanlar" ın ölümü "Küçük Diriliş", evrensel ruhun Tanrı' ya dönüşü "Büyük Diriliş" (Ba' as-ü-ba' d el-mevt) olarak adlandırılır.
    İhvan-üs-Safâ öğretisinde yaratılışın bu biçimde düzenlenmiş olması, örgütlenmenin hiyerarşik yapısını etkilemiş ve bilgilere dereceli olarak ulaşma kavramını zorunlu biçime getirmiştir. Zaten Resâ' il, dört ayrı bölümünde, farklı konuları işleyen bir bilimler ansiklopedisi gibi düzenlenmiştir. İlk bölümde yer alan 14 risale matematik ve mantık bilimlerinden, ikinci bölümdeki 17 risale doğa bilimleri ile "ilm-i nefs" ten (psikoloji), üçüncü bölümün 10 risalesi metafizikten ve son bölümün 11 risalesi tasavvuf ve sihirden söz etmektedir. Resâ' ilin her bölümü ayrı bir yaş grubuna yöneliktir. Yas grupları Platon' un Cumhuriyet' inden esinlenerek oluşturulmuştur. İlk derecede, öğretmenlerin etkisine tümüyle açık olan zihinleriyle 15-30 yas arasındaki gençler vardır. 30-40 Yas arasını kapsayan ikinci derecede, varlıkların analojik (benzeşimli) bilgisi ile din dışı bilgelik konuları vardır. Üçüncü derecede, 40-50 yaş arasındaki kisilere evrenin ilâhî yasası bildirilir. Nihayet, 50 yaş üstü için olan son derecede, kişi "Gerçeğe" ulaşır, böylece doğa, öğreti ve yasaların üzerine çıkar.
 

İhvan-üs-Safâ Felsefesi
    Genel bir değerlendirme sonucunda, İhvan-üs-Safâ felsefesinin uzlaşmacı bir yöntem izledigi anlaşılabilir. Hilmi Ziya Ülken, "İslâm Felsefesi" adlı kitabında, "İhvan-üs-Safâ, matematikte Pythagoras' a, mantıkta Aristo' ya, metafizikte Platon' a, ahlâkta Sokrates' e ve din felsefesinde Fârâbi' ye bağlıdır" diyerek bu eklektik yapıyı ortaya koymaktadır.
    "Resâ' il", harfler ve sayılara dayanan matematik açıklamalar ile başlamakta, daha sonra mantık ve doğa felsefesi konularına geçmektedir. Ancak, İhvan-üs-Safâ genelde tüm felsefe yaklaşımını "nefs" (ruh) ve nefsin niteliklerine dayandırdığı için, Resâ' il sonunda mistik ve sezgisel bir yorumla "marifetullah"a (Allah' ın bilinmesine) ulaşmaktadır.
    Temel olarak, felsefe dizgelerinde uzlaşmacı bir yöntem izlemeleri, İhvan-üs-Safâ' nın, de Boer' in "İslâm' da Felsefe Tarihi" adlı kitabında belirttiği gibi, "tüm ulusların ve dinlerin bilgeliğini bir araya getirmek" amacından kaynaklanmaktadır. İhvan-üs-Safâ, özde ezoterik bir örgütlenme olarak, dinin görünür kurallarının sıradan insanlara yöneldigini, ancak yüce ruhlara sahip olanların, bu kuralların ötesine geçecek, derin düşünsel kuramlara gereksinme duyduklarını kabul ederler. Asıl amacın, bedenin yok olmasından sonra insan ruhunun duru bir tinsel yaşama yükselmesi olduğunu, bu ayrıcalığa ancak yaşamları sırasında felsefe sayesinde bilgisizlik uykusundan uyanan kişilerin kavuşacağını savunurlar. Kendi felsefelerinin amacının da, güçleri oranında, insan ruhunu Tanrı' ya yaklaştırmak olduğunu ileri sürerler.
    Görüldüğü gibi, insan ruhunu düşünce dizgelerinin temeli olarak alan İhvan-üs-Safâ, "antropocentrique" (insan-merkezli) olarak nitelenen, yani insani tüm varlıklarin merkezi olarak ele alan bir felsefe anlayışına sahiptirler. Bu yaklaşım, İslâm tasavvufunun temel konularından olan "evren-insan ilişkisi" sorunsalına da uyumludur. Risalelerde sıkça rastlanan, insani küçük bir evren ve evreni büyük bir insan olarak değerlendirme, yani mikrokozmos-makrokozmos bağıntısı tümüyle Neo-Platoncu gelenekten kaynaklanmaktadır.
    Neo-Platonculuğa göre, mikrokozmos-makrokozmos kavramları ve bağıntısı, ancak bir "sudûr" (émanation, meydana çikma) düşüncesi çerçevesinde kavranabilir. Bu kavram, her şeyin tek varlıktan çıktığını ve yine ona döneceğini anlatır. Yaratılış, bir meydana çıkma ve yine aslına dönüşten ibarettir. Sudûr düsüncesi, Resâ' il' de net bir biçimde açıklanmaktadır: "Tüm varlıkların yaratılışı birbirine bağlı ve sıralıdır...En aşağı evrende olan olaylar, bağlı oldukları en üst evrenin göksel düzen ve yönetimi gereği oluşurlar". İhvan-üs-Safâ' ya göre, böylelikle "sudûr", Tanrı' dan başlayarak sonsuza kadar dallanan bir ağaç gibi, üst evrenin tek biçiminden yola çıkıp, alt evrenin çoklu biçimini oluşturmaktadır. Bu konuda Resâ' il' de ayrıca "Başka evrenlerin varlıkları üzerinde, bu evrenin varlıkları ile benzetme yaparak, akil ışığı ve kalp gözü ile, düşünmek gerekir" sözleri yer almaktadır.
    Resâ' ilde, insanı mikrokozmos olarak nitelendiren temel düşünce şöyle dile getirilmiştir: "Bedenimiz bu evrenin bir parçasıdır. Öyleyse, ruhumuz da evrenin ruhunun bir parçası olmaktadır...Evrenin ruhu varlikları nasıl yönetiyorsa, ruhumuz da bedenimizi öyle yönetmektedir..İnsan ruhunun eylem ve yetenekleri, Evrensel Ruhun eylem ve yetenekleri ile eştir."
    İhvan-üs-Safâ, mikrokozmos olarak değerlendirdiği insanı düalist (ikili) bir yapı içinde ele alırlar. İnsanın iki kısımdan, beden ve ruhtan oluşan bir bütün olduğunu, görünen maddi kısmının bedenini, görünmeyen manevi kısmının da ruhunu oluşturduğunu söylerler: Ruh ve beden; "bir eve ve evin içinde oturanlara, bir kente ve o kentte bir hükümdar tarafından yönetilen halka, bir ata ve süvarisine, bir gemiye ve gemiyi sürükleyen rüzgâra vs.." benzetilir.
    Beden et, kemik ve kandan yaratılmış bir bileşimdir; topraktan gelen, bozulma ve dağılmaya elverişli, karanlık, ağır, cansız ve hareketsizdir. Oysa ruh göksel, aydınlık, parçalanmayan ve bozulmayan, düşünen, hareketli ve ölümsüzdür. Varlıkların gerçeklerini kavrayan, bilgili bir cevherdir ruh. Böylece İhvan-üs-Safâ, insanı birbirine karşıt, biri maddi diğeri manevi iki cevherden oluşmuş olarak görürler. Bedenin tüm eylem ve etkinliklerini yönlendiren de ruhtur.
    Bu bakımdan, "bilmek" eylemi de ruhsal bir etkinliktir. İnsanın bu evrendeki varoluş amacı; önce kendini, sonra evreni ve Tanrı' yı tanıması, varlıkların gerçeklerini kavraması ve böylece bilgeliğe ulaşma çabasıdır. İhvan-üs-Safâ' nin "kendi kendini bilmek" ilkesi, Platon felsefesine uygun bir yaklaşımdır. Resâ' il' de, "İnsanın kendini tanıması tüm bilimlerin başlangıcıdır; bu olmayınca varlıkların gerçeğini bilmek istemek ve bilgeliğe erişmeye çabalamak saçmadır...Tanrı' yı bilmek için, kendini bilmekten başka yol yoktur" diye yazılıdır.
    Felsefe dizgelerinde, zâhir (dişsal, görünen, eksoterik) ve bâtın (içsel, gizli, ezoterik) gibi kavramlara da çok önem veren İhvan-üs-Safâ, bu kavramları, duyumlar/algılar evreni ile akıl evreni (akıl ile anlaşılabilen) olarak nitelendirmektedir. Tanrı, duyumlarımıza yansıyan dış evrende, ancak akıl ile anlaşılabilen iç evrenin simgelerini vermektedir. Böylece zâhir, bâtıni göstermekte, yansıtmaktadır. Bu nedenle, kendini bilmekten sonra, ikinci aşama dış evreni araştırmak olmalıdır.
    İhvan-üs-Safâ, maddi nesnelerin bilinmesinin, yani doğal bilimlerin, önemini vurgulamakta, dış evreni kavrayan kişinin, akıl evrenine benzetme yoluyla ulaşabileceğini söylemektedirler. Metafizik bilgilere giden yol, fizikten geçmektedir zıra, İhvan-üs-Safâ' ya göre, bilginin fizik ve metafizik boyutları birbirini yansıtmakta, simgelemektedir.

İhvan-üs-Safâ, bilgiye ulaşmanin beş ayrı yöntemi olduğunu açıklar :
1-Duyular yoluyla
2-Akıl yoluyla
3-Kanıtlama yoluyla
4-Nakiller yoluyla (öğrenim, iletişim)
5-Vahy ve esin-sezgi yoluyla

    İlk üç tür, doğrudan bireye bağlı bilgilenme yöntemleridir ve bunlarda birey etkin özne durumundadır. Dördüncü yol bireyin ulaşabildiği iletişim kanallarına bağlıdır ve bireyin etkin rolü azalmaktadır. Son yöntemde, yani Vahy ve esin-sezgi yolunda, birey tümüyle edilgendir zira, bu bilgilere kışının çabası ve seçimi ile değil, Tanrı' nın sunusu (mevhîbe) ile ulaşılır. Diğer bir anlatım ile, Vahy ve esin-sezgi yöntemi, bireyin belirli bir ruhsal temizliğe erişmesinden sonra "kalp gözü" denilen, bir içsel görüş ile metafizik gerçeklere varması olarak anlaşılmaktadır. Sezgi ile bilgiye ulaşma, bir ruh temizliğini gerektirdigi için, temelde mistik bir eğilimi belirlemektedir. Burada, öznel ve bireysel bir deneyim olan mistik deneyim söz konusudur.
    İhvan-üs-Safâ, bilgi kuramı açısından, bilginin doğuşu konusunda, duyumsalcilik (sensüalizm) ile doğacılık (natüralizm) görüşlerini birleştirmektedirler. Onlara göre, bilgi duyumlar ile başlar. Ancak, duyumların aldatıcılığını da ise katarak, kuşkuculuğa açık kapı bırakırlar. Gerçekler ancak ruhun temizlenmesi ile (cilâ-i kalb) elde edilebilir. Burada gizemcilikten yararlanırlar. İhvan-üs-Safâ' ya göre, bilgide ve gerçeklere ulaşmada, bir yol göstericiye, bir öğretmene gerek vardır. Ancak, bu düşünceyi, batınîler gibi, "İmam-i Ma' sum" (Ma' sum, Tanrı' nın kötülükten sakındığı kişi anlamına gelmektedir) düsüncesine kadar götürmezler ve bilgi kuramını temelde duyumsalcı olarak kabullenirler.

Resâ' ilde bilimler, basitten karmaşığa doğru, beş grupta toplanmıştır.
A. Matematik ve mantık: Soyut biçimlerin bilimi,
B. Doğa bilimleri: Astronomi ve fizik,
C. Zihin bilimleri: Deneysel ve akılsal psikoloji,
D. Tevhid ve kelâm: Doğanın metafizik ilkeleri,
E. Ahlâk: Tüm bilimlerin hedefi olan, toplumları düzenleyen yasaları veren bilim olarak sosyoloji.

İhvan-üs-Safâ' da bir tür evrim düşüncesi de vardır. On dokuzuncu yüz yılda bazı düşünürler, buna kapılarak, abartmalı bir yaklaşımla, onları çağdaş evrim düşüncesinin önderleri gibi kabul etmişlerdi. İhvan-üs-Safâ' nın, o döneme dek görülmemiş bir cesaret ile, doğanın tüm aşamaları arasında sürekli bir gelişim olduğunu söyledikleri doğrudur. Risalelere göre, bitkilerin ilk derecesi, madenlerin son derecesine, bitkilerin son derecesi de, hayvanlarin ilk derecesine bağlıdır. Bu sürekliliği belirtebilmek için, risaleler hayvanlardan insanlara geçisi de açıklamakta ve maymunda insana benzer niteliklerin nasıl bulunduğunu açıklamaktadırlar. Ancak, bu evrimciler (!), insandan sonra meleklere, oradan ilâhî evrene ve mutlak varlığa doğru yükselişi anlatmaya devam ettikleri için, görüşlerinin çağdas evrimle ilintili olmadiği anlaşılmaktadır.

Sonuç :
    İhvan-üs-Safâ' nın felsefe dizgesi, uzlasmacı yapısından dolayı bazı sıkıntılar ve çelişkiler içindedir. Bazı düşünceleri tümüyle İslâmiyete dayanmaktadır. Diğer düşünceleri ise, tam anlamıyla felsefe kökenli olup, İslâmiyet ile bağdaşmamaktadır. Bu nedenle bir çok yerde belirsiz, mecazli ve anlaşılamayan terimler kullanmak zorunda kalmışlardır.
    Sonuç olarak, İslâm ansiklopedistleri olarak nitelendirilen İhvan-üs-Safâ' dan günümüze kalan bilgiler, hemen tümüyle Resâ' ilde yazılı olanlara dayanmakta, akımın örgütsel yapısı ile eylem ve etkinlikleri ayrıntılarıyla bilinmemektedir. Risaleler, bu akımın entelektüel nitelikte, tümüyle düşünceye dayanan bir aydınlanma sürecini hedeflediğini ortaya koymaktadir. İhvan-üs-Safâ' nın kendi döneminde ortaya koyduğu düsünsel yaklaşım oldukça akılcı ve ilerici özellikler göstermektedir. Ancak, bu akımın asıl önemi, risalelerde açıklanan öğretinin, sonradan gelen bir çok akım, tarikat ve siyasal grupları etkilemis olmasıdır. Risalelerin içerdiği düşünceleri batınî İsmailî akımlarda ve Karmatîler' de gözlemlemek olanaklıdır. Daha sonraları, İhvan-üs-Safâ' nın bir çok düşüncesinin çeşitli tasavvuf okullarının öğretilerini ve Aleviliği de etkilediği bilinmektedir.
Thamos (GEOMETRİ)       

============================================================

KONFÜÇYİZM



    Konfüçyizm 25 yüzyıldan beri Çin' de en fazla hüküm sürmekte olan felsefe sistemidir ve hemen hemen her Çinlinin yaşamında yol gösterici bir rol oynar. Konfüçyus ve onun müritleri Çin İmparatorluğunun birçok kırsal bölgelerini dolaşmışlar ve onun toplumsal reformlarını benimseyen kuralları öğretmeye çalışmışlardır. Noktası noktasına kesin bir program sunmadılar ancak bütün Konfüçyus öğretilerinde hakim olan "insanlık ya da sevgiyi" vurguladılar. İnsanları mükemmel erdem, dürüstlük ve karakter gelişimi için mücadele etmeye çağırdılar. Aile içinde uyumun önemini, eyalet içinde düzenin ve imparatorluk lçinde barışın önemini öğrettiler. Öğretileri pratik yaşam kurallarını, kendi kendini eğitmeyi ve doğruluğu vurgular. Bu sayede ve ulusal düzene kavuşulacaktır. Göksel bir Realiteden ya da tanrıdan ziyade "üstün insan" düşüncesine ve insanın görevine önem verir. Konfüçyus inancındaki insanlar oruç tutar, atalarına taparlar, kurban keserler ve Gökle uyum içinde yaşamaya çalışırlar. Konfüçyizm günümüzde Çin' de tam bir rönesans dönemi geçirmektedir.

Kuruluşu : Konfüçyizm, 2500 yıl kadar önce Çin' de  başladı.

Kurucusu : Kung-fu-tsu (Konfüçyus)

Kutsal Metinleri :

Anlam Doktrini
Büyük Öğretim
Mençiyus
Seçmeler

Mezhepleri :
Mezhepleri yoktur. Bu dinde olanlar diğer dinleri de takip etmekte özgürdürler.
      

============================================================

 

JANİZM



    Jainizm insana ait en yüce mükemmelliğin ortaya çıkarılmasına uğraşır. Bu mukemmellik, orijinal saflığı içinde bütün ıstıraplardan, doğum ve ölüm engelinden bağımsızdır. "Jain" terimi Sanksritçe "Jina" (fatih) kelimesinden çıkarılmıştır ve bu fenomen dünyasında empoze edilen bu sınırların üstüne çıkmayı ima eder. Jainizm mükemmel olan insandan daha yüksek bir varlığı ya da bir Tanrı' yı tanımayı gerekli görmez. Varlıkların ne başlangıcı ne de sonları vardır, hepsi ölümsüzdür. Varlıkları üç ana sınıfa ayırır: Henüz gelişmemiş olanlar; gelişme yolunda olanlar ve tekrardoğuş sürecinden kurlulup özgür hale gelenler. Jainizm çok güçlü keşişlik ve çilecilik eğilimlerine sahiptir. En yüksekteki ideal Ahimsa' dır, yani her varlığa eşit saygı ve şefkat göstermektir. Jain Agamaları her yaşam biçimine büyük savgı gösterilmesini katı vejeteryan kurallarını, çileciliği, kendini savunurken bile şiddet uygulamamayı ve savaşa karşı olmayı öğretir. Hepsinden önemlisi de, Jainizm bir sevgi ve merhamet dinidir.

Kuruluşu : Janizm, yaklaşık 2500 yıl önce Hindistan' da başlamıştır.

Kurucusu : Nataputta Vardamana ya da diğer adıyla Manavira

Kutsal Metinleri :

Jain Agamaları
Sidantalar

Mehzepleri :
1- Digambara ( Göksel giysili) :
    Bir ermişin, elbise dahil hiçbir şeye sahip olmaması gerektiğine savunur. Bu yüzden sadece bele kadar çıkan bir giysileri         vardır. Bu doğuşta kurtuluşun kadınlar için mümkün olmadığına inanırlar.
2- Svetambara ( Beyaz cübbeli)

==============================================================

TAOİZM



    Tao, ya da Yol, hiçbir zaman kelimelere dökülmemiştir. Daha ziyade, içte olanı keşfetmek onu arayana bırakılmıştır. Lao-Tzu şöyle belirtmiştir bunu: "İsim verilen Tao, ölümsüz Tao değildir."  Taoizm insanın ruhsal varlık düzeyiyle ilgilenir. Tao-Te-Çing' de şuurlanmış insan bambuya benzelilir : Dik, basit, dışarıda olanlara yararlı ve içi boş. Nurlu boşluk Tao' nun ruhudur, ama onun kendiliğinden oluşunu, sonsuz yenilenişini hiçbir kelime tasvir edemez. Bu inançta olanlara Tao'yu her yerde, her varlıkta, her şeyde görmesi öğretilir. Taoizme ait türbeler bu dine önderlik eden, şefaat eden ve tapanları koruyan ilahi varlıkların yerleridir Taoizmde bir "hareketsizlik" terimi vardır Bu, hiçbir hareketin olmadığı anlamında kullanılmaz; daha ziyade doğal olarak ortaya çıkan ihtiyaçların üstüne çıkmamaktır, planlanmış harekette bulunmamaktır, en iyi sonuçlara ulaşabilecek minimum hareketi aşmamaktır. Eğer biz sakin kalır Tao' nun içsel uyarılarını dinlersek, çok çaba harcamadan ve verimli bir şekilde yaşayabiliriz. Yani biz kendimiz oluruz.

Kuruluşu : Taoizm, 2500 yıl kadar önce Çin' de başladı.

Kurucusu : Lao-Tzu

Kutsal Metinleri :

Tao-te-çing ( Aklın ve Erdemin Kitabı)

============================================================

ŞİNTOİZM



    İki ana bölüm vardır. Birincisi, hepsi birbirine benzeyen 13 eski mezheptir. İkincisi Şinto Eyaleti olarak bilinir ve en yüce ifadelerini İmparatora tapmada ve Eyalet ile aileye sadakatta bulan sonraki sentezlerdir Şintoya ("Ruhların Yolu" nu işaret eden Çin karakterleri Şin ve Tao'dan alınmıştır) anavatanı Japonya' da Kamonomiçi denmektedir, Kami çok Tanrı ya da doğa ruhlan demektir. Şinto türbeleri Japonya' da 100.000' in üzerindedir. Türbelerde hiçbir resme tapılmaz; Kamiler' in orada olduğu farz edilir. Sunak üzerine günlük olarak taze yiyecekler, su, tütsü vb. şeyler konur. Tüm evrenin kutsallığında içsel bir inanç vardır. Ve insan bu kutsallıkla uyum içinde olabilir. İnsanın, gizli tanrısal yapısını gizleyen "tozu" kaldırabileceği saflaşmaya ve doğruluğa önem verir. Bu sayede Kamilerin kılavuzluğunu ve rahmetini elde edebilecektir. Şintoistin anavatanına yönelik hararetli sevgisi,  Japon halkının kendi ülkelerine olan bağlılığında ifadesini bulmaktadır.

Kuruluşu : Şintoizm yaklaşık 2500-3000 yıl önce ortaya çıktı.

Kurucusu : 13 eski mezhebin her birinin kendi kurucusu vardır.

Kutsal Metinleri :

Japonya Kayıtları
Kokiji (Eski Olayların Kayıdı)
Nikorg
Yengişiki (Yengi döneminin Ensitüleri)       

==============================================================

MANİCİLİK

     Manicilik (Manihæism, Manihaism) III. yüz yılın son yarısında Mani tarafından kurulmuş bir dindir. O güne dek bilinen tüm dinsel sistemlerin gerçek sentezi olduğu ileri sürülmüştür. Manicilik aslında Zerdüşt Düalizmi, Babilonya folkloru, Buddhist ahlâk ilkeleri ve Hıristiyan unsurların bir karışımından oluşmaktadır. Bu bileşimde önde gelen anlayış iki ezelî ilkenin, iyi ve kötünün, çatışmasıdır. Bu bakımdan din tarihi araştırmaları, Maniciliği bir tür dinsel Düalizm (ikicilik) olarak sınıflandırmışlardır. Bu din hem Doğu'ya, hem de Batı'ya doğru olağanüstü bir hızla yayılmış; Kuzey Afrika, İspanya, Fransa, Kuzey İtalya ve Balkanlar'da bin yıl süre ile dağınık ve süreksiz biçimde varlığını devam ettirmiştir. Oysa, asıl gelişimini doğduğu topraklar olan Mezopotamya, Babilonya ve İran'da gerçekleştirmiş ve Doğu'da etkisini X. yüz yıldan sonralara kadar sürdürdüğü Türkistan, Kuzey Hindistan, Batı Çin ve Tibet'e kadar yayılmayı başarmıştır.

Mani' nin Yaşamı
     Mani (Manys, Manytos, Manentos, Manou, Manichios, Manes, Manetis, Manichæus) özel bir isim değil, bir saygı ifadesi ya da bir unvandır. Mani sözcüğünün Aramîce kökeni olan "Mânâ", ışık anlamına gelmektedir. Mandeen (Sâbiîlik) inancında bir cin olan "Mânâ Rabba" ise "Işık Kralı" demektir. Bu bakımdan Mani sözcüğünün tam anlamının "aydınlatan" olduğu genelde kabul edilmiştir.
     Mani'nin gerçek adının bilinmemesine karşın, babası ve ailesi hakkında kesin bilgiler mevcuttur. Babasının adı Fâtâk Bâbâk (Patekios, Patticius, Paftig, Arapça Futtûk) idi ve eski Med başkenti olan Ecbatana (Hamadan) kökenli bir aileden geliyordu. Karısı, yani Mani'nin annesi ise soylu Arsakî hanedanı ile akraba olan Marmarjam'dı.
     Mani, 14 Nisan 216 tarihinde Babilonya'ya bağlı Mardinu kentinde (Mardin) dünyaya geldi. Fâtâk güçlü dinsel eğilimlere sahip bir kişi olmalıydı, zira bir süre sonra Ecbatana'yı terk ederek, Güney Babilonya'da bulunan "Menakkede" (Arapça Mugtasıla) adlı bir Mandeen tarîkatine katıldı ve küçük oğlunu bu inançlara göre yetiştirdi. Mani'nin babası da, din reformu taraftarı olarak önemli etkinliklerde bulunmuş ve adeta oğluna öncülük etmiştir  Mani dinsel eğitiminin yanısıra gençlik yıllarını nakkaşlık öğrenerek geçirmiştir. Mani'nin içinde büyüdüğü bu tarîkat hakkında pek ayrıntılı bir bilgi mevcut değildir. Bir tür su ile arınma yani "vaftiz" uygulamasına sadık oldukları biliniyor. Tarîkat üyeleri, günahlarından arınmak için hergün abdest alıyorlar ve yiyeceklerini de su ile temizliyorlardı. Ayrıca, et yemiyorlar ve şarap içmiyorlardı. Her üye kendine ayrılmış bulunan tarlada çalışmak zorundaydı. Tarîkat'in yerleşik ve tarımsal görünümü bir Yahudi tarîkati olan Esseneler'i andırıyor. Bu benzeşimi güçlendiren diğer bir öge de, kendi dinsel inançlarını tıpkı Esseneler gibi "Yasa" (Nomos) olarak adlandırmalarıdır. Diğer önemli bir unsur da, bu tarîkatin, bir Yahudi uygulaması olan "Sabbat" gününe riayet etmesidir.
     Mani, 20 Mart 242 günü Gundeşapûr kentinde I. Şahpur'un tahta geçme törenleri için ülkenin her yanından toplanmış bulunan kalabalığa öğretisini ilk kez ilân etti. "Nasıl Buddha Hindistan'a, Zerdüşt İran'a ve İsa Batı topraklarına geldiyse, işte şimdi ben, Mani, Babilonya topraklarında Gerçek Tanrı'nın habercisi olarak peygamberliğimi duyuruyorum." Mani'nin bir süre sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalmış olması, önceleri pek başarılı olamadığını kanıtlıyor.
     Mani, uzun yıllar süresince çeşitli ülkeleri gezerek öğretisini yaydı, Türkistan ve Kuzey Hindistan'da Manici topluluklar kurdu. Nihayet İran'a geri döndüğünde, Şah I. Şahpur'un kardeşi Perviz'i kendi inancına çekmeyi başardı. Mani, en önemli yapıtlarından biri olan "Şahpurikan"ı Perviz'e ithaf etti. Perviz, Mani'nin Şahın huzuruna kabul edilmesini sağladı ve böylece Mani I. Şahpur'a dinsel mesajını aktarma fırsatını buldu.
     Ancak, bir süre sonra Mani tekrar bir kaçak olarak yollara düştü. Farklı yörelerde kendi inancını yayma çabasını sürdürdü. Bu geziler sırasında, öğretisini yayan ve güçlendiren uzun mektuplar kaleme aldı. Bu dönemin sonunda yakalanarak hapse atıldı ve ancak 274 yılında I. Şahpur'un ölümü üzerine özgürlüğe kavuşabildi.
     I. Şahpur'un yerine geçen oğlu I. Hürmüz, Mani'ye destek oldu. Ne var ki, I. Hürmüz'ün saltanatı yalnızca bir yıl sürebildi. 274 yılında Şahpur'un diğer oğlu Behram tahtı ele geçirdi. Bu saltanat değişimi Mani'nin sonunu hazırladı, zira Mazdeizm'e bağlı olan yeni Şah, her türlü yabancı inancın koyu bir düşmanıydı. Yeni Şah I. Behram, Mani'yi çarmıha gerdirdi. Mani yandaşlarını yıldırmak amacıyla cesedi parçalandı, derisi yüzüldü, içine saman doldurularak kent kapısına asıldı. Mani'nin ölüm tarihi 276-277 yılları olarak biliniyor.

Öğreti :
     O dönemden günümüze kalabilen resmî belgeler Mani'yi bir din sapkını ve bir şarlatan olarak tanıtıyorlar. Ancak, XVIII. yüz yıldan başlayarak yapılan araştırmalar Mani hakkında tüm bilinenleri değiştirdi. Artık Mani, kimilerine göre yeni bir din kuran bir bilge, kimilerine göre de çeşitli dinsel öğretilerin, Zerdüşt inancının, Buddha'cı ahlâkın, Mithra kültünün ve Hıristiyan öğretisinin bileşimini gerçekleştirmiş bir dehâdır.
     Özellikle XX. yüz yılda gerçekleştirilen bazı buluşlar, Mani'nin yaşam öyküsünün tümüyle gözden geçirilmesini gerektirdi. Ortaya çıkarılan ve Mani tarafından bizzat yazılmış olduğu savunulan bu yeni belgeler, Mani'yi insanlığın kurtuluşunu müjdeleyen bir peygamber olarak göstermektedir. Mani, insanlığın dinsel kurtuluşunun tarihsel bir akış içinde en önemli aşamalarını sıralarken, kendi öncülleri arasında Enoch'u, Nuh'un oğlu Sam'ı, Buddha'yı, Zerdüşt'ü ve İsa'yı saymıştır. Mani, bu yazılarda, İsa'nın yaşamının belli başlı olaylarını özetlemiş, Havariler'in çabalarını,
     Paul'un misyonunu, Hıristiyan Kilisesi'nin yaşadığı krizi ve dünyayı düzeltmek için uğraş vermiş olan Marcion ve Bardanes gibi gnostikleri anlatmıştır Nihayet, İsa'nın müjdelemiş olduğu "Paracletos"un, yani bizzat Mani'nin döneminin geldiğini ilân etmiştir.
     "Paracletos" sözcüğü, Ruhulkudüs'e verilen bir isim olarak Yuhanna İncili'nde geçmektedir. "Paracletos"un din dışı anlamı "şefaat eden, aracı, arabulucu" biçimindedir. Özellikle, İsa'nın veda konuşmalarında "Avutucu, Gerçek Ruh ve Kutsal Ruh" adı altında sıkça yer almaktadır. (Yuhanna XIV/16,26 - XV/26 - XVI/7)
     Manicilik'te gerçek gizem, köktenci ve evrensel Düalizmdir. Manici inanca göre bu gizem, Mani'nin ruhsal ikizi olan Paracletos tarafından Mani'ye aktarılmış ve Mani de bu gizemi öğretmekle görevlendirilmiştir. Mani, on iki  yaşındayken ilk kez göksel bir ziyarete tanık olduğunu ve ilk ilâhi açıklamaları aldığını ileri sürer. Arap tarihçisi en-Nedîm'e göre bu ziyareti yapan "et-Taum" (ikiz anlamına gelen Nebatîce bir sözcük) adlı bir melektir. Bu melek Mani'nin ikizi ya da ruhsal eşi olup, onu eğitip görevine hazırlayacak olan Paracletos'tur.
     Mani'ye göre Zerdüşt, Buddha ve hatta İsa'nın başarılı olamamalarının nedeni, kendi öğretilerini yazıya geçirmemiş olmalarında aranmalıdır. Bu düşünce ile Mani, herkesçe anlaşılabilen basit bir dil kullanarak kendi öğretisini yazıya dökmüştür. Manici yazıların halktan gördüğü yoğun ilgi, Maniciliğin karşısında olanların ve özellikle Hıristiyan Kilisesi'nin neden bu yazıları yok etmeye çalıştıklarını açıklamaktadır. 279 Yılında, Roma İmparatoru Diocletianus, İskenderiye kentinde tüm Manici yazıların yakılmasını buyurmuştur. Buna benzer yok etme çabaları yüz yıllarca sürdürülmüştür. Halbuki, İsa'dan sonra II. yüz yılın ortalarında İran'da doğan Manicilik inancı, henüz ilk yüz yılını tamamlamadan Doğu ve Batı'ya yayılmayı başarmıştı ve doğal olarak karşısındaki en büyük rakip Hıristiyanlıktı.
     Manicilik ile Hıristiyanlık arasında uzun ve sert bir kavga cereyan etti. Hıristiyanlık bu kez karşısında, akılcı yöntemleri ve başarılı diyalektik çözümlemeleri olan, Hıristiyan Kilisesi modeline uygun örgütlenen ciddi bir hasım bulmuştu. Her geçen gün, Manicilik karşıtı kilise kuralları, devlet buyrukları ve düalist öğretileri kötüleyen yapıtlar çoğalıyordu. Hıristiyan Kilisesi, Manicilik karşısında geçirdiği korkuyu bir daha asla unutamayacak, yüz yıllar boyunca karşılaştığı her düalist hareketi Maniciliğin bir devamı ya da hortlaması olarak kabul edecekti. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın Vaudois'lar, Kathar'lar, Tampliye'ler Manicilik ile suçlanacaktı. Artık, Hıristiyan Kilisesi'nin gözünde her sapkın inanç Manicilik olarak yaftalanacaktır. Bu suçlamadan ne Luther, ne de Calvin kendini kurtaramayacaktır. Oysa, Luther kendi yandaşları tarafından Kilise'nin Maniciliğe karşı son savunucusu olarak gösterilmiştir.
     Batı'daki Reformasyon hareketinden sonra, her ne kadar Kilise'nin dogmatik tutumunda önemli bir değişim olmadıysa da, Maniciliğin araştırılması ve daha iyi anlaşılması çabaları başladı. Manici belgelerinin incelenmesi, Doğu ile Batı'yı Zerdüşt ile İsa'yı birleştirmeye uğraşmış bir bilgenin varlığını gösteriyordu. Zamanla, eski İran ve Hind inançlarının daha iyi anlaşılmasıyla, Maniciliğin kaynaklarına dair yeni açıklamalar elde edildi. Maniciliğin temel öğretisi olan gnostik düalizmin eski Zerdüşt inançlarının yanısıra, Hind öğretilerinde kök bulduğu ortaya çıkarıldı. Böylece Manicilik; köktenci düalizm, Doğu pagan inançları ve doğacı dinlerden kaynaklanan, Zerdüşt'ten yola çıkarak düzenlenmiş ve İncil kalıbına dökülmüş bir gnostik Asya inancı olarak tanımlandı.
    Assyrioloji' nin gelişimi Manicilikte yeni nitelikler bulunmasını sağladı. Böylece, Maniciliğin en eski köklerinin Kalde ve Babilonya'nın eski inançlarında yer aldığı anlaşıldı. Sonuçta Mani dininin, Mezopotamya -İran düalizmi üzerine temellenen ve evrensel bir din niteliğine ulaşabilmek amacıyla Buddhizm ve Hıristiyanlık'tan aktarmalar yapan bir "syncretist" (bağdaştırmacı) inanç olarak Doğu'ya ve Batı'ya doğru genişlediği belirlendi. Bu genişleme, Hıristiyanlığın ilk yüz yıllarında tam anlamıyla etkindi ve ancak İslâm tarafından kesin olarak durdurulacaktı. Kısacası Mani, Zerdüşt inancının da kaynağı olan Kalde-Babilonya potasında, Buddhist ahlâk ilkelerini ve Hıristiyan öğretisini harmanlayan bir bilgeydi.
    Ortaya çıkarılan son bulguların ışığında, Manicilik bir büyük din olarak değerlendirilebilir. Üstelik "kitaplı" bir din, bir misyoner dini, örgütlenmiş bir din, tüm büyük dinleri kendinde eritmek isteyen evrensel ve nihaî bir din. Ancak  tüm bu niteliklerden daha önemlisi, herşeyin başına iki ezelî ve karşıt iki ilkeyi, Işık ve Karanlığı yerleştirmiş olan ve İsa' nın gelişini müjdelediği "Paracletos" tarafından gizemleri açıklanan köktenci bir "gnosis"tir Manicilik. Tüm yaşamı ve tüm bilgileri içerdiğini ileri süren bir toptancı gizem dinidir. İsa başarısız olmuş, Aziz Paul ile Marcion' un çabaları boşa gitmiştir. Gerçek Kilise' ni yeniden düzenlemekle görevlendirilmiş olan Paracletos-Mani zuhur etmiştir.

Örgüt ve Ritüel
    Maniciliğin örgütlenmesinde de Marcion örnek olarak alınmıştır. Maniciler iki sınıfa ayrılmışlardır: gizeme ulaşmış olanlar ile sıradan inananlar ya da Mani'nin adlandırdığı gibi "Seçkinler" (ya da Yetkinler) ile "Dinleyenler". Manicilik' te kadınlar da seçkinlerin arasına kabul edilirdi. Bir tür ruhban sınıfı olan seçkinler, çok zorlu hazırlık dönemlerinden ve çetin inisiyasyon törenlerinden geçirilirlerdi. "Consolamentum" (Teselli) adı verilen inisiyasyon törenine pek önem verilirdi. Bu aşamadan sonra, seçkinler "Tanrısal Işık" ile dolarlar ve artık bu ışığı dünyevî nesnelerle kirletecek eylemlerden kaçınırlardı. Evlenmezler, mülk sahibi olamazlar, et yemezler, şarab içmezlerdi. Tarım işlerinde çalışmamalı, hatta ekmeği bile doğramamalıydılar. Günlük yiyecekleri ve yalın giysileri ile gezgin bir yaşam sürmeliydi seçkinler.
    Seçkinlerin ilkeleri, Buddhist keşişlerin disiplinine şaşırtıcı ölçüde yakındı. Arada bulunan tek fark, Manici seçkinlere yerleşik yaşamın yasak olmasıydı. Seçkinlerin yaşamı oldukça zordu. Yaşamları üç mühürle bağlıydı: ağız, el ve gönül mühürleri...İlk mühür, tüm kötü yiyecekleri ve kötü sözleri yasaklardı. İkinci mühür, canlı varlıkların içinde saklı bulunan ışığa verilebilecek her türlü zararı engellemek içindi; adam öldürmek, hayvan öldürmek, hatta meyva koparmak bile yasaktı. Üçüncü mühür, Manicilik inancına ve temizliğine karşı çıkan her türlü düşünceyi yasaklamaktaydı.
    Doğal olarak, seçkinlerin sayısı pek azdı. Tarihte ün kazanmış seçkinlerin son derece az sayıda olması da garipsenebilir. Maniciliğe bağlı olanların büyük çoğunluğu "Dinleyiciler"den oluşuyordu. Bunlar yalnızca Mani' nin "On Emri" ile bağlıydılar. Bu on emir sırasıyla puta tapmayı, namussuzluğu, cimriliği, her türlü öldürme eylemini, zina yapmayı, hırsızlığı, yalancılığı, büyücülüğü, ikiyüzlülüğü ve Maniciliğe ihaneti yasaklıyordu. Sıradan inananların ilk görevi seçkinlere neredeyse tapınma derecesine varan bir saygı beslemekti. Dinleyiciler sık sık seçkinlerin önünde diz çökerek kutsanma talep ederler, buna karşılık sebze ve meyva verirlerdi. Herkes için geçerli olan diğer dinsel görevler dua ve oruçtu.
    Dua öğle, akşamüstü, gün batımında ve güneş battıktan üç saat sonra olmak üzere günde dört kez zorunluydu. Gündüz duaları güneşe dönerek yapılır, geceleri ise aya bakarak dua edilirdi. Ne güneşin, ne de ayın görünmediği günlerde dua yönü kuzeydi. Dua etmeden önce uygulanması kesin koşul olan bir arınma riti vardı. Arınma işlemi su ile, ya da su bulunmazsa toprak ile yapılırdı. Oruç zamanlaması da tıpkı dua gibi doğrudan astronomik olgulara bağlıydı. Haftanın ilk günü güneşin onuruna (Sunday?) herkes oruç tutardı. Seçkinler, haftanın ikinci günü de (Monday?) ay onuruna oruç tutmakla sorumluydular. Ayrıca her yeni ayda, herkes ik gün oruç tutardı.
    Maniciliğin diğer rit ve törenleri hakkında bilinenler pek az. Mani'nin ölüm yıl dönümünde gerçekleştirilen "Bema" töreni Maniciliğin en büyük kutlaması olarak biliniyor. Bu törende sürekli dua edilir ve kutsal yazılar okunurdu. Beş basamakla çıkılan bir platformun üzerine boş bir taht yerleştirilirdi. "Bema" töreninin diğer ayrıntıları ne yazık ki bilinmiyor. Ayrıca, Manicilikte vaftiz uygulamasının olduğu da kesin, fakat bu konuyu içeren kutsal yazılar kayıp olduğundan, Manici vaftiz töreninin hiçbir ayrıntısı bugün bilinmiyor.

Doğu'daki Etkileri
    Hem Roma İmparatorluğu'nun, hem de İran'da Sasanîler'in baskısına karşın, Manicilik hızla yayıldı. İran'ın Doğusunda bulunan ülkelerde çok başarılı oldu. X. Yüz yılın başlarında, Arap tarihçi El-Birunî "Doğu Türklerinin büyük çoğunluğu, Çin ve Tibet'te yaşayanlar ve Hindistan'ın bir bölümü Mani dinine bağlıdırlar" diye yazmıştı. Son zamanlarda Turfan kazılarında ortaya çıkarılan Manici resim ve edebiyat bulguları bu açıklamayı kanıtlamıştır.Mani'nin ölümünden bir yüz yıl sonra, Manicilik Malabar kıyılarına kadar yerleşti. Kara Balgasun'da bulunan ve bir zamanlar Nesturîler'e ait olduğu zannedilen Çince yazıtların, aslında Manici oldukları kuşku duyulmayacak biçimde belirlenmiştir.
    Doğu'da Manicilik, IV. yüz yılın sonlarından başlayarak, Doğu İran'da sağlam bir sıçrama tahtası edinmiş ve  buradan hareketle İpek Yolu boyunca Afganistan'dan Tarım Havzasına kadar yayılabilmişti. Manicilik 762 yılında Uygurlar'da devlet dini olarak kabul edilmiş ve böylelikle Çin'e doğru genişleme olanağına da kavuşmuştu. IX. Yüzyılda Uygur devletinin yok olmasından sonra, Cengiz Han'a kadar Tarım havzasında varlığını sürdürmüştü. Çin içinde ise, Güney kıyılarına kadar inerek, buralarda varlığını gizli bir din olarak devam ettirmeyi başarmıştı. Çin'in Fukien eyaletinde XVI. yüz yılda bile Maniciliğe rastlanmıştı.
     Manicilik İran ve Babilonya'da hiç bir zaman egemen din düzeyine yükselemedi, ancak Emevîlerin yönetimi altında  geniş bir hoşgörü ve refaha ulaşabildi. Maniciler kimi Emevî halifelerinden müsamaha gördüler, başkent Bağdat'ta az sayıda olmalarına karşın, Irak'ın bir çok köyüne yayıldılar. Ancak, Emevîlere oranla çok daha az dinsel hoşgörü sahibi olan Abbasîler döneminde, Maniciler "zındık" olarak değerlendirilip baskı görmüşler, çeşitli suçlamalar nedeniyle cezalandırılmışlardır. Bu suçlamalar arasında Düalizm, zina, akraba arası cinsel ilişki ve homoseksüellik önde geliyordu. Uygulanan baskılara karşın, özellikle Irak'ta bulunan Manici topluluk etkinliğini IX. yüz yıla kadar sürdürmüştü. Ancak, devam eden Abbasî zulmü, Maniciler'in toplu halde önce Horasan'a ve daha sonra, Maniciliğin bir devlet dini olduğu Uygur ülkesine göç etmelerine yol açmıştı.
     Maniciliğin, "Thomas İncili", "Addas Öğretileri" ve "Hermas'ın Çobanı" gibi Hıristiyan "apocrypha"larını (Kilise tarafından kabul görmeyen İncil metinleri) benimsemesinden dolayı, Thomas, Addas ve Hermas'ın Mani dininin ilk büyük havarileri oldukları söylentisi doğdu. Addas'ın Doğu'da, Thomas'ın Suriye'de ve Hermas'ın da Mısır'da havarilik ettikleri varsayıldı.
    Manicilik, Mani'nin ölümünden önce bile, Filistin'de biliniyordu. St. Ephrem 378 yılında, hiç bir başka ülkenin Mezopotamya kadar Manicilik'ten etkilenmediğinden yakınmaktaydı. Edessa'da (Urfa) 450 yılında güçlü bir Manici cemaat mevcuttu. Emesus'lu Eusebius'un, Laodicea'lı George'un, Tarsus'lu Diodorus'un, Antakya'lı Chrysostomus'un, Salamis'li Epiphanus'un ve Bostra'lı Titus'un Maniciliğe karşı mücadele ettikleri biliniyor. Tüm bunlar, Maniciliğin Batı Asya'da Hıristiyanlık için ne denli büyük bir tehlike olduğunu göstermektedir. Ancak, Maniciliğin Hıristiyanlığa en fazla zarar verdiği ülke Mısır oldu. İmparator Konstantin zamanında, Maniciliği benimsemiş olan İskenderiye valisi tüm Hıristiyan rahiplere görülmemiş bir sertlikle davrandı.
    Doğu Roma toprakları üzerinde, Manicilik en etkin olduğu düzeye 375-400 yılları arasında ulaştı ve sonra hızla geriledi. VI. yüz yılda bir süre için yeniden önem kazandı ve toplumun yüksek sınıfları arasında kabul gördü. Bu dönemde İmparator Justinianus Manicilikle ciddi bir mücadeleye girdi ve kısa sürede Maniciliğin bu canlanma çabası da bastırıldı. Ancak, bu çabalar Maniciliği tümüyle yok edemedi. Bir süre sonra Manicilik, yeniden canlanarak, Paulician'lar ve Bogomil'ler adı altında Bizans İmparatorluğu'nu istilâ etti.
 

Batı'daki Etkileri
    Batı'da Maniciliğin esas yurdu Kuzey Afrika'ydı. Mani'den sonra gelen ve ikinci Paracletos olarak adlandırılan Adimantus da Afrika'da etkin olmuşdu. Maniliğin Afrika'daki en büyük önderlerinden biri de, IV. yüz yılın sonlarında yaşayan Mileve'li Faustus'tur. Mileve'de yoksul bir ailenin oğlu olarak doğan Faustus, gençliğinde Roma'ya yerleşmiş ve orada Maniciliğe girmişti. Derin bilgi sahibi değildi, ama etkileyici bir konuşmacıydı. Manici çevrelerde ünü çok yaygındı. 383 Yılında Kartaca'ya göç ettikten kısa süre sonra Hıristiyanlar tarafından tutuklandı, fakat herhangi bir ceza görmeden salıverildi. 400 Yılında, Maniciliği öven ve Hıristiyanlığı, özellikle Eski Ahid'i yeren bir kitap yazdı. Hıristiyan Pederlerinden ve Maniciliğin en önemli düşmanı olan St. Augustinus bu kitaba tam otuz üç ciltlik bir yapıtla yanıt verdi. Faustus'un daha sonraki yaşamı hakkında bilgi mevcut değil. Ancak, St. Augustinus'un yirmi yıl boyunca kaleme aldığı sonraki yapıtlarında Manicilik'ten hiç söz etmemesi, bu süre içinde Maniciliğin etkisini giderek yitirdiğini gösteren bir kanıttır. Vandallar'ın Afrika'yı ele geçirmesi üzerine, Maniciler son bir girişimle, Arius mezhebine bağlı Vandallar'ı Maniciliğe çekmeye çalıştılar. 477-484 Yılları arasında hüküm süren Vandal Kralı Huneric'in bu girişime karşı tepkisi çok sert oldu ve Kuzey Afrika'daki tüm Maniciler ya sürgüne gönderildiler, ya da yakıldılar.
    Maniciliğin Batı'daki merkezlerinden biri de Roma kentiydi. 311-314 Yılları arasında Papalık yapan Miltiades, "Liber Pontificalis" isimli eserinde, Roma'daki Manicilerden söz etmekteydi. İmparator Valentianus'un 372 yılında çıkardığı bir ferman, Roma'daki Manicilerin kovuşturulmasını buyurmaktaydı. 384-388 Yılları arasında da,Roma'da "Martari" adında yeni bir Manici tarîkat ortaya çıktı. Bu tarîkat, özgün Mani öğretisini değiştirmeyi amaçlıyarak, seçkinlerin gezgin yaşamı terk etmesini ve bir tür manastır düzenine girmesini öngörmekteydi. Martari'ler en büyük direnci Maniciler'den gördüler.
    VI. Yüz yıldan başlayarak, Manicilik Batı'da neredeyse tümüyle yok oldu. Her ne kadar sağda solda, kimi gizli  topluluklar ve düalist tarîkatlar varlığını sürdürdüyse de, bunların Babilonya'lı peygamber Mani ile doğrudan ya da bilinçli bir ilintisi mevcut değildi. Ancak tam beş yüz yıl sonra, XI. yüz yılda Doğu'dan, Bizans ve Bulgaristan yolu ile gelen Paulician'lar ve Bogomil'ler Batı'yı etkilediler. Bunların düalist öğretileri, Kuzey İtalya ve Güney Fransa'da tohumlanabilecek verimli alanlar buldular ve böylece tarihte ilk kez Hıristiyan topraklarına yönelik Haçlı Seferlerine yol açmış olan Kathar hareketinin temellerini attılar.

 Sonuç
    Bu denli sıradışı bir teoloji ve insanın yazgısından çok "Işık" için ilgi besleyen bir dinsel inancın, böylesine hızla yayılıp itibar görmesi oldukça yadırgatıcı bulunabilir. Ancak, gnostik efsanelerin bolluğu, ne denli akıldışı olursa olsun, bu tür yaratılış öykülerine inanmaya hazır geniş halk kitlelerinin varlığını göstermektedir. Ayrıca, III. yüz yılda Roma'nın baskıcı ve mutsuz dünyasında, tıpkı Hıristiyanlık gibi, herkese kurtuluş vaadeden bir inancın yayılma olasılığının ne ölçüde yüksek olduğu Manicilik örneğinden açıkça anlaşılmaktadır.
    Maniciliğin kısa sürede yayılması, ne ondan önceki, ne de sonraki dinsel inançların yayılmasına benzemez. Zira Manicilik, diğer dinlerin aksine, kabul edildiği ülke ve topluluklarda hiç bir temel politik ve sosyal değişim yaratmayı öngörmemiştir. Bu durum Manici misyonerlerin görevlerini zorlaştırmış, zaten bir bileşim olarak doğan dinlerini, diğer ulusların kültürel ve toplumsal koşullarına adaptasyon gereğini yaratmıştır.
    Maniciliğin tümüyle entellektüel düzeyde kalması ve toplumsal-politik değişimler yaratmakta iddiasız olması en zayıf özelliğiydi. Kısacası Manicilik anti-sosyal olması yüzünden başarısızlığa uğradı. Bu sert ve savaşçı çağlarda, uygarlıklarını barbar saldırılarına karşı koruma endişesindeki yöneticiler, bu denli edilgen bir inancı onaylayamazlardı. Toplumsal kuralları hiçe sayan, yandaşlarına başıboş dolaşıp çalışmayı reddetmelerini ve sadaka ile geçinmelerini buyuran, hayvanların öldürülmesine bile karşı çıkan barışçı bir inancın baskı ve zulüm görmesi kaçınılmazdı. Örgütsel yapıları da, ağır baskılardan sonra yaşamını sürdüremeyecek kadar dayanıksız ve edilgendi.
    

==============================================================

DRUİDLER



Druidler kısaca Kelt rahipleri olarak tanımlanırlar. Druidlerin Kelt toplumu içindeki yerleri çok önemlidir . Toplumsal bir çok olayda rol oynadıkları gibi dağınık olan Kelt kabileleri arasında birleştirici bir rol de oynuyorlardı .

Druid sözcüğünün kökeni de tartışmalıdır. Latince’de druidae şeklinde geçer. Bu sözcük hiç bir Kelt-Roma yazıtında bulunmadığı için orjinali bilinmemektedir fakat Galya dilinde druvis ya da druvids şeklinde olduğu tahmin edilmektedir. Eski İrlanda dilinde ise bu sözcük tekil olarak druí , çoğul olarak druid şeklindedir. Etimolojisi bilinmemekle beraber , Yaşlı Plinus bu sözcüğün Yunanca dràj (meşe) ve Hint-Avrupa kökenli wid- (bilmek) sözcüklerinden türediğini söylemektedir. Aynı şekilde Keltlerin kutsal yerlerinden ( nemeton) bir olan Anadolu’da , Galatya’daki alanın adı da Drunemeton’dur.

Druidlerin öğretileri her şeyden önce ezoterik öğretilerdi ve sadece seçilmiş müritlere sözlü olarak aktarılırdı . Bu yüzden druidlerin öğretilerini tam olarak bilemiyoruz. Antik yazarlar ve Kelt efsane ve öykülerinden derleyebildiğimiz kadarı ile druid öğretisini belirleyebiliyoruz.

 

ANTİK ÇAĞ YAZARLARINA GÖRE DRUİDLER

Druidler hakkında antik kaynaklarda bazı bilgiler bulmaktayız. Druidler üzerine en ayrıntılı bilgileri edindiğimiz yazarlardan biri Julius Caesar’dır. Caesar “Gallia Savaşı “ adlı eserinde druidler hakkında ayrıntılı bilgi verir :

“ Bütün Gallia’da sayılan ve sevilen şahıslar iki sınıfa ayrılır. Halka ise hemen hemen esir gözü ile bakılır . Kendiliklerinden hiç bir işe girişmedikleri gibi herhangi bir mesele konusunda görüşleri alınmaz. [...] Yukarıda sözü edilen iki sınıftan biri Druidler , öteki ise şövalyelerdir. Birinciler din işleri ile uğraşırlar , resmi ve özel kurban törenini yapar , ayinlere ilişkin meseleleri yorumlarlar. Bir çok genç ders onların etrafına toplanır , son derece saygı gösterirler. Çünkü genel ya da özel bütün anlaşmazlıklarda kararı bu adamlar verir . Herhangi bir suç işlendiği ya da öldürme olayı olduğu ya da miras ve sınırlar hakkında bir kavga çıktığı zaman verilecek hükmü bu adamlar kararlaştırır , mükafat ve cezayı belirlerler.Herhangi bir şahıs ve ya kabile , kararlarını yerine getirmezse onların kurban kesmesini yasaklar. Bu onların en ağır cezasıdır. Bu işi yapması yasaklananlar dinsiz ve cani sayılırlar. Herkes onlardan sakınır. İlişki kurmaktan ve konuşmaktan çekinir. Onlara dokunsalar zarar geleceğinden korkarlar. İsteseler bile hakları verilmez. Hiç bir imtiyaz elde edemezler. Bütün bu Druidlerin tek bir reisi vardır , aralarında en büyük otoriteye sahiptir. Öldüğü zaman ya mevki bakımından üstün olan biri onun yerine geçer ya da eşit rütbede olanlar çoksa Druidlerin oyuna başvurur , hatta bazen silah kuvveti ile reislik için mücadele ederler. Bu Druidler senenin belirli bir zamanında bütün Gallia’nın merkezi sayılan bir bölgede , Carnut’ların arazisi içinde kutsal bir yerde toplanırlar. Bütün kavgalı olanlar her taraftan buraya gelir ve Druidlerin verdiği karar ve hükümlere boyun eğerler. Öğretilerinin Britanya’da keşfedilerek oradan Gallia’ya geçtiğine inanırlar. Bugün bu konuyu daha derin olarak incelemek isteyenler çok kere onu öğrenmek üzere Britanya’ya giderler .

Druidler savaşlardan uzak kalırlar ve başkaları gibi savaş vergisi vermezler. Askerlikle ve başka ödevlerle yükümlü değillerdir. bu kadar büyük imtiyazların cazibesine kapılan bir çok genç kendiliklerinden öğrenim için onlara gelirler çokları da aileleri ve akrabaları tarafından gönderilirler . Söylendiğine göre Druidlerin okulunda bir yığın mısra ezberletilir. Bundan ötürü , bazı kimseler yirmi yıl öğrenim görürüler. Druidler öğretilerini yazıya dökmeyi günah sayarlar , oysa diğer bütün işlerde , resmi ve özel hesaplarda Grek harflerini kullanırlar. Bence bunu , şu iki nedenden ötürü kabul etmişlerdir : Ya öğretilerinin halk tarafından bilinmesini arzu etmezler , ya da öğretiyi edinenlerin yazıya güvenerek hafızalarını geliştirmeyi ihmal etmelerinden korkarlar. Gerçekten de , yazının yardımı öğrencinin ezberleme çabasını ve hafızanın işlemesini körletebilir. Öğretmek istedikleri en belli başlı inanç ruhların ölmediği ve ölümden sonra bir kişiden başka kişiye geçtiğidir. Bu inanç ölüm korkusunu ortadan kaldırdığı için onları kahramanlığa yönelten en büyük etki olarak görülür. Bundan başka , yıldızlar ve hareketleri , evrenin ve yeryüzünün büyüklüğü , tabiatın özü , ölümsüz tanrıların kuvvet ve kudretleri konusunda bir çok tartışmalar yaparlar ve bilgilerini gençliğe aktarırlar.

[...]

Bütün Gal milleti dini törenlerine son derece büyük bir bağlılık gösterir . Bu yüzden fazla ağır hastalıklara yakalanmış olanlar ve ya savaşta tehlike karşısında kalanlar , ya kurban olarak insan keserler , ya da keseceklerine dair adakta bulunurlar. Bu gibi kurbanlarda Druidleri rahip olarak kullanırlar . Bir insan hayatı yarine bir insan hayatı kefaret olarak ödenmezse , ölümsüz tanrıların duyduğu kızgınlığın yatıştırılamayacağına inanırlar. Özel hayatta olduğu gibi genel hayattada kurban töreni yaparlar. Bazıları da çok büyük heykeller yaparak sazlardan örülmüş uzuvlarını diri insanlarla doldururlar. Sonra ateşliyerek yakarlar . İnsanlar alevler içinde can verirler . Hırsızlık , haydutluk ya da herhangi bir cinayet işlerken yakalananların idam edilmesinden ölümsüz tanrıların çok fazla hoşlandıklarına inanırlar. Fakat bu gibi adamların sayısı eksilince masumları bile kurban etmekten çekinmezler.

[...]

Bütün Gal’ler , Dis denilen tanrısal babadan doğduklarını ileri sürerler ve Druidler’den öğrendiklerini söylerler.”

Keltlere karşı savaşan bir komutan tarafından yazılmış olsa da , burada Druidler hakkında önemli ipuçları buluyoruz.

Strabon ise Geographia adlı kitabında druidlerin yaşantısına şöyle değinir :

“Doğaüstü öğretilerine ek olarak ahlak sorunlarıyla da uğraşıyorlardı. Ve bu sebeple heskesten daha doğru olarak biliniyorlardı. Hem teker teker bireylerlerle ilgileniyorlar hem de toplumun iyiliği için çalışıyorlardı. Yasal olaylarda da karar verme gücüne sahiptiler. Bu suretle savaşların gidişini kontrol eden ve savaşa katılacak orduları denetleyen ve özellikle cinayet suçlarında karar veren kişiler olarak da biliniyorlardı. Bunlar çok sayıda olmaya devam ettikçe bir o kadar da toprağın göndereceğine inanıyorlardı. Ve onlarla birlikte diğerleri de ruhun ve evrenin, gelecekte bir zamanda su ve ateş herşeyi yenecek olduğu halde, ölümsüz olduğu fikrini savunuyorlardı.”

Diodorus ise druidlerden şöyle bahseder :

“ Druid adı verilen ve büyük saygı gören bazı filozoflar ve din adamları vardı…Adetlerine göre bu filozoflardan biri olmadıkça hiç bir kurban töreni yapılmazdı . Çünkü , sunularının tanrılara ancak tanrısal doğadan nasibini almış bu adamlar vasıtası ile ulaşacağına ve isteklerinin yine bu adamlar tarafından yapılması gerektiğine inanıyorlardı. Savaş söz konusu olduğunda da gerek düşmanları gerekse de kendi halkları onların ve şarkı söyleyen bardların sözünü dinliyorlardı. “

Romalı Hippolyte ise MS üçüncü yüzyılda druidlerle Pythagoras’çılar arasında bağlantı kurar :

“ Druidler Pythagoras’çı felsefenin ateşli savunucularıdır. Bunu onlara Pythagoras’ın müridi ve kölesi Zalmolxis öğretmiştir. Pythagoras’çı hesaplar ve büyü pratikleri sayesinde yaptıkları öngörülerle Keltler üzerinde büyük etki sahibi olmuşlardır.”

İskenderiye’li Clemens ise çok daha değişik bir görüs ortaya atar :

“ Alexander , Pythagoras’çı semboller üzerine olan eserinde Pythagoras’ın Asurlu Nazaratus’un öğrencisi olduğunu ve ayrıca Brahmanlar’dan ve Galatlar’dan ders aldığını söyler.”

Her iki yazarın da yazdıkları gerçekle çok ilişkili olmasa da Druid öğretisinin diğer ezoterik öğretilerle olan ilişkisine değindikleri için anlamlıdır.

 

DRUIDLER’İN TOPLUM İÇİNDEKİ YERLERİ VE ÖĞRETİLERİ

Daha önce de belirttiğimiz gibi Druid öğretisi sözlü olarak yayıldığı için kesin hatları ile bilememekle beraber antik yazarlar ve eski Kelt metinlerinden yararlanarak Druid öğretisinin ana hatlarını çıkartabiliyoruz.

Daha önce de Caesar’ın verdiği bilgide gördüğümüz gibi Druidler bütün Kelt kabileleri arasında saygı görmekte idi ve toplumsal olaylarda , kabileler arasında yargılama ve karar verme hakları vardı. Strabon’un da aktardığı gibi savaşlarda “arabuluculuk yapabiliyorlar ve sona erdirebiliyorlardı”.

Druidler’in toplumsal görevlerinden biri de törenleri yönetmekti. Bir Druid töreninin en güzel betimlemesini Plinus vermektedir. Keltlere göre meşe kutsaldı, eğer meşe ağacı üzerinde ökse otu var ise bu onu çok daha kutsallaştırıyordu. Bu tören ise bir meşe ağacında yetişen ökse otunun bulunması üzerine düzenleniyordu. Tören için uygun zaman gelecek ayın altıncı günü olarak seçiliyordu ve bu gün için yemek ve kurban edilecek iki beyaz boğa hazırlanıyordu. Daha sonra meşe ağacındaki ökse otu altın bir orak ile druidler tarafından kesiliyor ve toplanıyordu. Daha sonra da boğalar kurban ediliyordu. Bu tören daha sonraları “yeni yıl” törenleri ile de ilişkili olduğundan , günümüzde “ yılbaşı çiçeği” diye satılan bitkilerin aslında ökse otuna benzedikleri ve bu geleneği yaşattıklarını görürüz.

Bazı antik çağ yazarları Druidlerin ayrıca insan kurban edildiği törenleri de yönettiklerini yazmaktadırlar.

Toplumsal statülerinin ötesinde Druidler’in en büyük işlevi gerek dini gerek toplumsal alanda büyük bilgi sahibi olmaları ve bunu yeni nesillere de aktarmaları idi. Kelt ülkesinin bir çok bölgesinden , tanınmış Druidler’den eğitim almak üzere bir çok öğrenci gelirdi. Bu özelliklerinden ötürü ola gerek , Pomponius Mela Druidler’i “Bilgeliğin Üsdatları” ( Magistri Sapientiæ ) diye adlandırır.

Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi Druidler öğretilerini kesin olarak sözlü aktarıyorlar ve adayın hafızasında tutmasını istiyorlardı. Ayrıca Druid öğretisine göre sözün bir enerjisi vardı ve dikkatli kullanılması gerekiyordu.

Antik kaynaklarda Druidlerin öğretileri farklılıklar göstermektedir. Caesar’ın da aralarında bulunduğu bir çok yazara göre Druidlerin öğretileri metafizik öğretilerdi ve ruhun ölümsüzlüğü üzerine kurulmuştu. Daha önce de gördüğümüz Kelt mitlerinde olduğu gibi Druidler de ruhun bedenden bedene geçtiğini , çeşitli kalıplarda varlığını sürdürdüğünü ileri sürmektedir. Geleneksel anlatım bu inancı daha önce Tuân Mac Cairill öyküsünde gördüğümüz gibi sürekli metamorfozlar şeklinde sembolize ediyordu. Kelt efsanelerindeki “dev” motifi de aynı zamanda yabani , evrimleşmemiş olan kişiyi sembolize etmekteydi. Tuân Mac Cairill öyküsünde olduğu gibi balık ise metamorfozda ileri bir aşamayı sembolize ediyordu.

Metamorfozlar ile anlatılmak istenen en önemli olay ise , Druid öğretisinin temeli olan erginleme idi. Druidler’in yanına öğretiyi öğrenmek ve yetişmek için gelen adaylar belli sınavlardan geçerler, diğer erginlenmeye dayalı öğretilerde olduğu gibi ölüm ve yeniden doğma sembolizmi ile derece atlarlardı. Orta Çağ boyunca varlığını sürdürecek şövalyelik kurumunun da kaynağını Druid öğretilerinden aldığı düşünülmektedir.

Strabon Druidler’in ruhun ölümsüzlüğüne olan inançları ilginç bir açıklama yapmakta ve Druid inançlarına göre “Evrenin ve insanların ruhunun yok edilemez, hatta zaman zaman ateş ve su galip gelse de “ şeklinde inanıldığını belirtmektedir.

Ruhun ölümsüzlüğüne olan inançları , daha önce de belirttiğimiz gibi Druidlerin antik yazarlar arasında , Pythagorasçı olarak tanınmalarına neden olmuştur. Hallstatt döneminde , Keltler’in Grekler ile ilişkileri olsa da Druid öğretisi ve Kelt inançları Pythagorasçılık’tan farklıdır.

Diodorus’a göre ise Druidler “filozof ve teologlar”dır. Aynı zamanda tanrılar ile iletişim kurma yeteneğine sahiptirler.

Druid öğretisinin önemli bir bölümünü de astronomi ve takvim bilgisi teşkil etmektedir. Antik Çağ yazarlarının bir çoğu buna değinmektedir.

Druidler’in bilgilerinin bir bölümü de şifalı otlar üzerinedir. Druidler’in bitkiler konusunda çok bilgili olduklarını ve ilaçlar hazırladıklarını biliyoruz. Bu bilgileri o dönem yazarları tarafından bilinmekle birlikte bazıları tarafından da büyücülük olarak yorumlanmıştır. Günümüze Asterix çizgi romanına kadar gelen “kazan kaynatan” druid imajı da buradan doğmaktadır.

Druidler’in tıp üzerine çalışmaları daha sonra eğer ‘doktor’ Hristiyan ise mucize , eğer Hristiyan değilse de büyü diye yorumlanmıştır.

 

 

Druid Öğretisinde Kutsal Yerler

Druid öğretisine göre , evren üç bölümden oluşmuştu. Bunlardan birincisi üzerinde yaşadığımız toprak , ikincisi Fomorianlar’ın , hayaletlerin ve kaybolmuş ruhların bulunduğu yeraltı ve üçüncüsü Batı adalarının ve Avalon’un olduğu Görünmeyen Dünya ya da Öteki Dünya.

Keltlerin evrenin her üç bölümü için de değişik inanışları vardı.

Üzerinde yaşadığımız yerde daha sonra da göreceğimiz gibi en çok ağaçlar ve korular kutsaldı. Kutsal alanlar buralarda seçiliyor ve toplantılar buralarda yapılıyordu. Koruların dışında dağlar da kutsaldı. Druid öğretisine göre dağlar ilhamın geldiği , tanrısal varlıkların insanlarla konuştuğu yerlerdi. Bir çok dağ ve tepe güneş tapımı için kullanılıyordu. Hristiyanlığın gelişinden sonra da bu dağlar kutsallığını korumuştur. Örneğin Fransa’daki Mont-Saint-Michel önce güneş tapımı için kullanılan daha sonra da Hristiyanlığın kutsal yerlerinden biri olan tepelere bir örnektir. Dağların Druidler için bir önemi de buralardan çok daha iyi astronomik gözlemlerin yapılabilmesidir. Bunlar dışında su kaynaklarının da kutsal olduğundan daha önce söz etmiştik.

Yeraltı dünyası ise daha gizemlidir. Yeraltı dünyasına açılan kapılar ise mağaralardır. Mağaralar bir çok değişik inanca esin kaynağı olmuşlardır. Mağaralar solunum sistemine benzetilmiş , Keltler tarafından canlı olduğu kabul edilen yeryüzünün soluk alıp verdiği yer olarak düşünülmüştür. Bazı mağaralardan doğal olaylara bağlı olarak garip sesler gelmesi ise hem buralarda bilinmeyen canlıların yaşadığına hem de yeraltı ruhlarının varlığına kanıt sayılmıştır. Meşhur Fingal Mağarası da bu mağaralardan biridir. İskoçya’da bulunan bu mağaranın eski adı an Uaimh Binn , “Melodili Mağara” idi. Bu mağaradan gelen sesler - belki de kuş sesleri- öte dünyadan gelen sesler olarak yorumlanıyordu. İrlanda’da da bu tür mağaraların olması , İrlanda bardlarının “Mağaralar” adı verilen bir öykü dizisi oluşturmasına da kaynaklık etmiştir. Ne yazık ki bu öykülerden günümüze sadece bazı parçalar ulaşabilmiştir.

Mağaralar yeraltı dünyasına , “Periler Ülkesi”ne bir geçiş olarak kabul edildiği gibi bazı yeteneklerin de kazanıldığı bir yer olarak görülmüştür. Mağaralara girip çıktıktan sonra çalgısını ustalıkla kullanan çalgıcı öyküleri de bu inancın bir uzantısıdır. Aslında Druid öğretisine göre -elimizde çok fazla kanıt olmasa da- mağaraların aslında bilinçaltını ya da insanın kendi içine yapılan yolculuğu temsil ettiğini ve mağaraya girip çıkma motifinin erginlenmenin bir adımını oluşturduğunu düşünebiliriz. Mağara içinde uyuyan kahraman ya da mağara içinde yaşayan bilge motifinin de böyle bir sembolizm ile ilişkili olduğunu düşünebiliriz.

Adalar etrafları sularla çevrili olduğu için gerek fiziksel gerekse ruhsal olarak çevrelerinden soyutlanmış , izole edilmiş yerler olarak kabul edilirlerdi. Bu görüşle adalar hem tanrıların barınması için hem de ölülerin ruhlarının yer alması için ideal yerlerdi . Adalar ayını zamanda inziva yerleri idi. Bu bakımdan insanın kendi kendine dönmesi, ada gibi kendini soyutlaması da ada sembolizmi ile belirtilir.

Adanın etrafının sularla kaplı olup çevresinden soyutlanmış olması , buraların yargı için de ideal olduklarının düşünülmesine neden olmuşlardır. Ayrıca burada kara veren yöneticiler de insan etkisinden uzak sadece tanrıları dinleyerek karar veriyor diye inanılıyordu.

Pagan Avrupa’sında adalar bazı tanrılara kutsaldı. Örneğin Isle of Man, Manannan MacLir’e ; Baltık Denizi’nde bulunan Rügen Adası , Rugevit’ e kutsallardı.

Keltler arasında ölenlerin ruhlarının batı adalarına gittiği inancı yaygındı. Bu inanç Orta Çağ boyunca da Kral Arthur efsanesinde olduğu gibi varlığını sürdürecekti.

Orta ve Yeni Çağ boyunca varlığını sürdüren ve Keltler’den kalan bir başka inanış da “hayalet ada” inanışıdır. Keltler de bazı adaların yok olup sonradan ortaya çıktıklarına inanıyorlardı.

Druid Öğretisinde Ağaç Kültü

Sembolik olarak ağaç yeraltı dünyası , yer ve gök arasında bir bağlantıyı temsil etmektedir.

Kelt sembolizminde en önemli olarak meşe gücü ve elma ağacı ölümsüzlüğü sembolize eder.

Ağacın bir önemi de üzerinde tanrıların habercileri olan kuşları barındırmasıdır. Kökleri ise geçmişe , yeraltına doğru gider. Bu yüzden efsanelerde ölülerin ruhları dallar arasında ya da ağaçların gövdelerinde bulunurlar.

Kutsal korular Druidler için kutsal mesajı aldıkları ve erginlenmenin olduğu yerlerdir. Druidler buralarda , nemeton denilen kutsal yerlerde açık havada ritüelleri gerçekleştirirlerdi. Bu yüzden de Druidler’den günümüze tapınaklar binaları kalmamıştır.

Druidler , ellerinde bir ağacın küçük bir sembolü olan değnekleri taşırlardı. Bu değnekler druidin gücünün belirtisi olduğu kadar bunlarda sihir gücü de olduğuna inanılırdı. Ayrıca bu değneklerin yapıldığı madde ya da ağaç taşıyanın toplum içindeki yerini de belirttiğinden büyük önem taşımakta idi.

Druidler için kutsal olan bir bitki de ökse otu idi. Bununla ilişkili törenlerin nasıl yapıldığını yukarıda incelemiştik. Ökse otu aynı zamanda ay sembolizmi ile de ilgili idi. Bu nedenle Druidlerin meşe üzerindeki ökse otunu kesmek için kullandıkları orak da hilal biçiminde idi. Ökse otu aynı zamanda üzerinde bulunduğu ağacı ruhu ve eliksir’i olarak da kabul ediliyordu. Aynı şekilde ökse otunun bir başka adı da “Meşe suyu” idi.

Ogam

Daha önce de belirttiğimiz gibi Druidler öğretilerinin sözlü olarak yayılmasını istiyorlar ve kesinlikle yazılı hale getirmiyorlardı. Bunun nedenleri arasında öğretilerinin ezoterik olması ve yazılı olanın öğretinin anlatımındaki değişikliklerle değişememesi vardır.

Druidler’in öğretilerini sözlü olarak aktarmaları onların yazıyı bilmedikleri ya da küçümsedikleri anlamına gelmemelidir. Tam tersi olarak yazıya çok büyük saygı göstermişler ve dikkatli kullanmışlardır. Bir Druid yazısı olmamakla birlikte bazı değneklerin ve kutsal kayaların üzerinde işaretler kullanmışlardır.

Ogam adı verilen bu işaretler Keltlere özgüdür ve bir tür şifreli yazıdır. Taşların üzerlerinde ve ahşap malzemelerde , özellikle de değneklerde rastlanmıştır. Ogamlar mantık olarak Grek ateş işaretlerine benzemekte idi. Ateş işaretleri yerine atılan çentiklerden oluşuyordu ve her bir çentik sayısı bir sese karşılık geliyordu.

Aslında Ogamların yazıdan da öte bir sembolizmi vardı. Her bir işaret aynı zamanda bir ağaca ya da bir hayvana da karşılık gelebiliyordu . Bunu tam tersi olarak da belli şekilde ve düzende dizilen ağaçlar bir anlam verebiliyordu.

Druides’ler

Diğer ezoterik topluluklardan farklı olarak, druidler aralarına kadınları da kabul ediyorlardı ve bunlar druides adını alıyorlardı.

Druideslerin inisiyasyonlarının nasıl olduğu bilinmemekle birlikte özellikle savaşçıların ve asillerin yetişmesinde büyük payları olduğu bilinmektedir. Bu durum Orta Çağ efsanelerinde sık sık geçen “Bilge Kadın” motifine de kaynaklık etmektedir. Orta Çağ efsaneleri ile ilgili bölümümüzde göreceğimiz gibi bu kadınlar şövalyenin yolculuğu boyunca karşısına çıkarlar ve inisiyasyonda yardımcı olurlar.

Druidesler eğitimde olduğu kadar , ilaç hazırlamada , şifalı bitkilerin bulunmasında da söz sahibi idiler.

Druideslerin özellikle İskoçya’da Sein Adası’nda toplandıkları ve buraya erkekleri almadıkları söylenir . Söylenceye göre burada dokuz druidesin (Gallizenæ) öndeliğinde kendini adamış genç kızlar vardı. Halk arasında druideslerin burada sihir ve büyü ile uğraştıkları düşünülür , hatta hava olaylarına hükmettikleri , istedikleri hayvanın şekline girdikleri de söylenirdi.

Hristiyanlığın yayılmasından sonra druid inançlarını tamamen silmek isteyen Hristiyanlar , druidesleri halkın gözünde cadılara çevirmişler ve halkı onlara düşman etmeyi başarmışlardır.

Bard’lar

Kelt toplumlarında , genellikle konularını kahramanlık destanları olarak seçen ozanlara bard denilirdi. Bağlı oldukları şefin yanında bulunurlar , onun başarılarını da kutlarlardı.

Bard daha çok Galya’da kullanılan bir isimlendirme idi , çünkü bu ozanlara Galya’da bard denildiği gibi , Bretagne’de Barzh , İrlanda’da da Fil ( çoğulu filid ) denilmekteydi.

Barzh’ların dini karakterleri çabuk kaybolmasına karşın , bardlar , ilham ve sanat yeteneklerinden olsa gerek , saygı görmeye devam etmişleridr.

Filid ise yedi dereceli idi. Derece elde taşınan değneğe göre belli oluyordu. Böylece sıralama Ollamh (altın değnek) , Anruth (gümüş değnek ) ve geri kalan beş derece (bronz değnek) şeklinde oluyordu.

Bardlar ile ilgili önemli bir nokta da müzisyen Druidler ile karıştırılmamaları gerektiğidir. Bir çok Kelt dini törenine müzik eşlik etmekle beraber , bu törenlerde müzik aletini çalan druidler bardlardan farklı idi.

Kelt efsanelerinde müzik aletleri önemli bir yer tutmaktadır. Dagda ve Lug’un sihirli arpları vardı. Efsaneye göre bu aletler üç farklı tür müzik çalmaktaydılar. Bunlardan birincisi güldürüyor , ikincisi ağlatıyor , üçüncüsü de uyutuyordu. Bu inanış , Keltler’in , müziğin insan üzerindeki etkisini incelediklerini göstermektedir.

Bardlar ise şiir okurken , aynı zamanda cruth denilen bir tür lir de çalarlardı.

Galya’da Roma işgalinden sonra , yerli dili kullandıkları için , gözden düşen bardlar burada MS. İkinci yüzyıldan itibaren kaybolmaya başlamışlardır.

Bardlar Galya’da dini sınıftan sayılmalarına rağmen , İrlanda’da sonraları aşağı sınıftan kabul edilirlerdi. Gal ülkesinde ise , özellikle Breton prensler tarafından çok tutulan bardlar varlıklarını Orta Çağ’a kadar sürdürmüşlerdir.

Drüid Öğretisinin Sembolik Aktarımına Bir Örnek : Taliesin

Druid öğretisinin sembolik anlatımına ve halka aktarılışına en güzel örnek kuşkusuz Taliesin ( Güzel Yüz ) öyküsüdür. Taliesin aynı zamanda ilk bardlardan ve Kelt şairlerinden biri olarak kabul edilir.

Gwerang’ın oğlu genç Gwion büyücü tanrıça Cerridwen tarafından bir kazana göz kulak olmakla görevlendirilir. Bu kazanın içinde büyücünün , oğlu Afagddu için hazırladığı büyülü bir karışım kaynamaktadır , çünkü Afagddu çok çirkindir ve annesi bu büyü ile onu güzelleştirmek istemektedir. Bu arada kazandan sıçrayan üç damla , Gwion’un parmağına damlar ve Gwion da bunu yalar.

Gwion elini ağzına götürür götürmez bütün gizemler aydınlanır , geçmişin , şimdinin ve geleceğin bilgisine sahip olur . Bu arada Gwion bir başka gerçeği daha öğrenir ; Cerridwen onu öldürmek istemektedir , çünkü büyücünün hazırladığı büyülü iksirde kullanmak istediği bileşenlerin içinde kendisi de vardır.

Bunu farkeden Gwion hemen kaçar , Cerridwen ise onu yaşlı bir büyücü kılığında kovalar. Artık kendi de iksirden dolayı bir büyücü olmuş olan Gwion hemen bir tavşan şekline bürünür , Cerridwen ise bir tazı olur. Gwion nehirde bir balığa dönüşür , Cerridwen ise bir susamuru olur. Kovalamaca daha sonra göklerde devam eder . En sonunda Gwion bir buğday tanesine dönüşür , Cerridwen ise bir kara tavuk olur ve buğday tanesini yer.

Dokuz ay sonra Cerridwen bütün çocuklardan çok daha güzel bir çocuk dünyaya getirir. Büyücü bu çocuğu deri bir torbanın içine koyar ve Beltaine bayramından iki gün önce dalgalara bırakır.

Galler ülkesinin kuzeyinde Gwyddno’nun oğlu ve kral Maelgwyn’in yeğeni Elphin’in attığı ağlara takılan bebek Elphin tarafından kurtarılır. Elphin ona Taliesin ( Güzel Yüz) adını verir.

Aradan yıllar geçer . Elphin amcası Maelgwyn tarafından hapsedilir. Artık bir yetişkin olan Taliesin Elphin’i kurtarmak için harekete geçer ve ve kurtarmayı başarır. Şiir’in son dizeleri şöyledir :

Dokuz ay boyunca Büyücü Cerridwen’in karnındaydım

Aslında küçük Gwion’dum

Şimdi Taliesin oldum

Bu öykü de daha önce Tuân Mac Cairill öyküsünde gördüğümüz metamorfoz sembolizmi de yer almaktadır.

Öyküyü dikkatle incelersek , Cerridwen , oğullarını başka bir deyişle erginlenmeye , inisye olmaya gelenleri “güzelleştirmektedir” , daha farklı bir deyişle eğitim işini üstlenmiş bir druidestir.

Gwion’un iksirden aldıktan bütün gizemleri görmesi ve geçirdiği metamorfozlar da inisiyasyon aşamalarıdır. Bütün ezoterik öğretilerde olduğu gibi Gwion da yeni bir isimle yeniden doğmuştur.

Buradaki metamorfozlar da ilginçtir. Kelt takviminde sırasıyla , tavşan av zamanı olan sonbaharı ; balık yağmurları ile kışı ; kuş göçlerle ilkbaharı ve buğday da ekin ile yaz mevsimini sembolize etmektedir.

Bu örnekten de görüldüğü gibi Kelt öğretilerinde sembolizm çok çeşitlidir. Druid öğretisi bu şekillerde ve buna benzer öykülerde , değişik sembollerle ve sözlü olarak aktarılmıştır. Bu tür öykülerdeki bazı motifler ayrıca Orta Çağ efsanelerinde de karşımıza çıkacaktır.

Gizemci

 

KAYNAKÇA

BORDET Marcel , La Gaule Romaine , Bordas , Paris , 1971

BOUCHET René , Druidisme et Christianisme , Editions Télètes , Paris, 1992

BOURRE Jean Paul , Secrets & Magie de l’Histoire de France , Claire Vigne Editrice , Clamecy , 1995

CAESAR Julius , Gallia Savaşı , ( çev . Hamit Dereli ) , Hürriyet Yayınları , İstanbul , 1973

CALDECOTT Moyra , Women in Celtic Myth , Destiny Books , Vermont , 1992

CHADWICK Nora , The Celts , Penguin Books , London ,1972

CHARPENTIER Louis , Les Géants et le Mystère des Origines , Robert Laffont , Paris , 1969

CUNLIFFE Barry , Iron Age Communities in Britain , Routlegde & Kegan Paul Ltd. , London , 1974

DURANT G.M. , Britain , Rome’s Most Northerly Province , G.Bell and Sons Ltd. , London , 1969

DOTTIN Georges , Les Littératures Celtiques , Payot , Paris , 1924

ELUERE Christiane , The Celts ,First Masters of Europe , Thames and Hudson, London, 1992

EYDOUX H.P. , Monuments et Trésors de la Gaule , Librairie Plon, Paris, 1958

GANTZ Jeffrey , Early Irish Myths and Sagas , Penguin Books , Middleesex , 1981

GREEN Miranda Jane , Celtic Myths , British Museum Press , London , 1994

GREEN Miranda Jane , Dictionnary of Celtic Myth and Legend , Thames and Hudson , London , 1997

GUIRAND Félix , Mythologie Générale , Librairie Larousse , Paris , 1935

HOPE Murray , The Ancient Wisdom of The Celts, Thorsons, London,1995

KRUTA Venceslas , Les Celtes , Presses Universitaires de France , Paris , 1996

LAING Lloyd and Jennifer , Art of the Celts , Thames and Hudson , London , 1994

LEQUENNE Fernand , Galat’lar (çev. Suzan Albek ) , Türk Tarih Kurumu Yayınları , Ankara , 1979

LOT Ferdinand , La Gaule , Marabout , Verviers , 1979

MATTHEWS Caitlin , The Elements of the Celtic Tradition , Element Books Limited, Shaftesbury, 1998

MARKALE Jean , L’Epopée Celtique D’Irlande , Payot , Paris ,1971

MONASTIER Marianne , Gizli Kadın Örgütleri ( çev. M.Sakar ) , Say Yayınları , İstanbul , 1996

MUTLU Belkıs , Efsanelerin İzinde , Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yayınları, İstanbul ,1965

PENNICK Nigel , Celtic Sacred Landscapes , Thames and Hudson, London, 1996

PHILLIPS Patricia , The Prehistory of Europe , Penguin Books , Middleesex , 1981

PIGGOTT Stuart , The Druids , Thames and Hudson , London , 1994

POWELL T.G.E , The Celts , Thames and Hudson , London , 1995

RESS Alwyn , RESS Brinley , Celtic Heritage , Thames and Hudson , New York, 1995

REZNIKOV Raimonde , Les Celtes et le Druidisme , Editions Dangles , St-Jean-de-Braye ( France) ,1994

SHARKEY John , Celtic Mysteries , Thames and Hudson , London, 1992

THEVENOT Emile , Histoire des Galois , Presses Universitaires de France , Paris , 1966

THIBAUD Robert-Jacques , La Symbolique des Druides , Editions Dervy , Paris, 1996

==================================================================

PAFLİKYANLAR



    Ermenistan’da Hıristiyan inancı, II. ve III. yüz yıllarda hızla ilerlemiş ve III. yüz yılın sonlarında (287 yılında) ya da IV. yüz yılın başında (301 yılında), Hıristiyanlık resmi din olarak Ermeni ulusunca kabul edilmişti. Hıristiyan inancına bağlı akımlar, Kuzey-Batı yönünden “Helen Tipi” ve Güney-Batı yönünden “Suriye Tipi” biçimlerinde Ermenistan’a girip tüm IV. yüz yıl süresince yanyana var olmuşlardı. Ayrıca pagan inançlar da Hıristiyanlığın kabul edilmesinden çok sonralarına kadar etkisini sürdürmeyi başarmıştı. Öteden beri süregelen Zerdüştçü ve Mazdeist kurum ve gelenekler de bir anda sökülüp atılamamıştı.

    Hıristiyanlığın tüm kültürel, sosyal ve politik gerekleriyle birden kabul edilmesinden sonra, Ermenilerin Batı’ya yönelmeleri kaçınılmaz olmuştu. Hıristiyan inancının korunması için eski inançlar zamanla Batılı bir yaklaşıma dönüştürülmüştü. Bu düzeni sürdürmek için Ermenistan’ın güçlü Hıristiyan komşuları sık sık Ermeni Kilisesinin yaşam alanına müdahale etmişler, dogmatik çekişmelerde çeşitli gerekçelerle kendileri için elverişli olan çözümleri sağlamak için baskı uygulamışlardı.

    Bu gelişmelere rağmen, Ermeniler arasında artan Hıristiyan etki dalgasını dengelemek üzere politik ve dinsel akımlar ortaya çıkmıştı. Bir akım, pagan inançlarının yeniden canlanması için harekete geçerken, bir diğeri, Hıristiyanlığı denetimi altına almak isteyerek, Hıristiyan inançlarının en koyu bir biçimde savunmasını yüklenmişti.

    Ermeni Kilisesinin başlangıç tarihi, çok sayıda dinsel akımla birlikte, ruhban sınıfı karşıtı çekişmeler ve aralarındaki ilişkilerin belirlenmesi çok zor olan tarikatler karmaşasını içerir. Bu tarikatlerin eğilimleri ya Hıristiyanlığın ahlak öğretisini aşan, çarpıtan ve bu öğretiye karşı duran, ya da kilise uygulamalarından daha fazla bir tutuculuğu içeren aşırılıklara yönelmekteydi. Maniciler, Messalianlar, Montanistler, Tondraklar, Borboritler ve Paflikyanlar gibi çeşitli tarikatler Ermenistan’da verimli bir ortam bulmuşlardı.

Helenizm ve Gnosis

    Hıristiyanlık, Kudüs’ün İ.S. 70 yılında yıkılmasından sonra kendini Yahudi etki alanından kurtarmış olarak, ancak çevresindeki Helenizmin inanç ve düşünceleriyle çelişki içinde bulmuştu. Bu yeni olgu, Hıristiyan inancını bozabilecek tehditler içeriyordu. İlk yılların Hıristiyan Kilisesinin ilk girişimi, kendini Helenizm ruhuna kolayca teslim etmemek için çabalamak oldu. Hıristiyanlık, Yahudi kalıbında kalsaydı yayılamayacaktı. Kolaylıkla Helen kültürünü benimsemiş olsaydı, yine günümüzdeki durumundan çok farklı bir konumda olacaktı. Gerçekleşen gelişim, erken Hıristiyan inancıyla Helenizm arasında beliren bir sentezdir.

    Helen dünyasında oldukça yaygın olan Gnostisizm, İ.S. 80 ile 150 yılları arasında Hıristiyanlığın gizemci uygulamaları için kullanılmış bir ad olup, aslında Hıristiyan Kilisesinin en korkulacak rakibi durumundaydı. Gnostik akımın yandaşları, Kilise’nin basit inancını hiçe sayan gizli bir bilginin (Gnosis) sahibi oldukları savıyla ortalıktaydılar. Yeni-Platonculuk’tan, Helenleşmiş Zerdüşt inancından ve Yahudilik’ten aktarılmış sistematik bir öğreti durumuna ulaşan Gnostisizm, bir tür kozmolojik yaklaşım ortaya koymuştu. Bu yaklaşım, tinsel unsurların maddenin tutsaklığından zamanla kurtulması görüşünü içeriyordu. Bu düşünce, Basilides ve Valentinus’un kurduğu Gnostik gruplarda, İsa’nın insan biçiminde belirmesini reddetmeye kadar vardırılmıştı.

    Gnostisizm, Ermeni tarikatleri üzerinde de önemli bir etkiye sahip olmuştu. Örneğin Messalianlar, Gnostisizmin etkisinde kalmış bir dilenci tarikatiydi. Önerdikleri köktenci inanç biçimi, dünyadan tümüyle koparak, insanın kurtuluşu sorunun çözümleneceği yolundaydı. Messalianizm, tam anlamıyla bu dünyaya ait her türlü çalışma ve etkinlik biçimlerinin inkarına dayanan bir dinsel akımdı.

Paflikyanlar

    Manicilikten türemiş düalist sapkın bir Ermeni tarikatıdır Paflikyanlar. Paflikyan (Pavlikyan, Bavlikyan) ya da “Paulician” adının kökeni karanlıktır. Gibbon, bu adın “Aziz Pavlus’un öğrencileri” anlamına geldiğini belirtir. Paflikyanların bu havari iç in besledikleri özel ilgi ve tüm Paflikyan önderlerinin Aziz Pavlus’ün öğrencilerinden birinin adını almaları bu görüşü desteklemektedir. Ancak, Paflikyanların düşmanları tarafından kullanılan biçimi ile “Paulikianoi” adı oldukça ilginçtir ve bu terimin “Samsat’lı Pavlus’un izleyicileri” anlamına geldiği ileri sürülmüştür. Oysa Samsat’lı Pavlus’un öğretisi ile Paflikyanların hiçbir bağlantısı yoktur. Photius’un aktardıklarına göre ise, Samsatlı Kallinice adlı Manici bir kadın Pavlus ve Yohan adlı iki oğlunu bu öğretiyi yaymak üzere Ermenistan’a göndermiştir ve Paflikyanların adı işte bu Pavlus’den gelmektedir. Ancak, bunun sadece bir öykü olduğu ve bu kişilerin gerçekten var olmadıkları tarihçiler tarafından ileri sürülmüştür. Konunun uzmanlarından Ter-Mkrttschian, Paulician adının Ermenice’de “küçük Pavlus’un izleyicileri” anlamına geldiğini belirtmekte, ancak bu küçük Pavlus’un kim olduğu konusuna bir açıklık getirememektedir. Paflikyan adı ilk kez, 719 yılında Ermeni Kilisesinin Duin Sinod’unda kullanılmış ve bu Sinod’da “hiç kimse Paflikyan denilen kötü sapkınların evini ziyaret etmeyecek” biçiminde bir kural konulmuştur.

Paflikyanların Tarihi

    Kendi adını Silvanus olarak değiştiren Mananali’li Constantine, Colonia yakınlarındaki Kibossa’da ilk Paflikyan topluluğunu bir araya getiren kişidir. Öğretisini yaymaya 657 yılında başlamıştır. Kendisi kitap yazmadığı gibi, tüm öğrencilerinin sadece İncil’i esas almalarını istemiştir. Constantine’den sonra Paflikyanların önderliğini Symeon-Titus üstlenmiştir. Aslında Bizans tarafından Paflikyanları yok etme görevi ile gönderilen Symeon, Constantine’i 684 yılında öldürdükten sonra inancını değiştirmiş ve Paflikyanlara katılmıştır. Ne var ki, 690 yılında Symeon-Titus da, Bizans görevlileri tarafından öldürülmüştür. Bundan sonra ciddi bir bocalama dönemi geçiren tarikat, 715 yılında Pavlus adlı bir kişinin önderliğinde Phanaroea yakınlarındaki Episparis’te yeniden toparlanmıştır. Akımın adının bu Pavlus’tan kaynaklandığı da ileri sürülmektedir. Pavlus ölünce iki oğlu, Gegnesius-Timothy ile Theodore, önderlik için kavgaya tutuşmuşlar ve Gegnesius, 717 yılında Istanbul’a giderek imparator III. Leo ve patrik I.Germanius’u kendisinin bir ortodoks olduğuna inandırmış, bir imparatorluk birliği ile Mananali’ye geri dönerek Theodore’u yenilgiye uğratmıştır. Paflikyanların başına geçen Gegnesius bir süre sonra ölmüş, bu kez de onun iki oğlu, Zachary ve Joseph-Epaphroditius arasında kavga çıkmıştır. Kısa zaman sonra Zachary ve izleyenleri Müslüman orduları tarafından yok edilince, tüm Paflikyanlar yine Joseph’in önderliğinde birleşmişlerdir.

    Joseph, tüm Anadolu’da Paflikyan toplulukları oluşturmayı başarmıştır. Ne var ki, Joseph’ten sonra başa geçen Vahan zamanında tarikat hem sayıca ve hem de etki olarak gerilemiştir. Bu dönemde ortaya çıkan Sergius-Tychius adlı bir kişi, Vahan’dan ayrılarak, Paflikyan tarikatını güçlendirmek ve reforme etmek için harekete geçmiştir. Paflikyanlar, “Vahanitler” ve “Sergitler” olmak üzere ikiye bölünmüştür. Sergitler, kısa süre içinde başarılı olmuşlar ve rakiplerini neredeyse tümüyle ortadan kaldırmışlardır. Bu dönemde Paflikyanlar, Bizans İmparatorluğu’nun bazen baskısı, bazen de koruması altında kalmaktaydılar. IV. Constantine ve II. Justinian, Paflikyanlara şiddetli bir baskı uygulamıştı. III. Leo ve onu izleyen “İkona Kırıcı” (Iconoclast) imparatorlar ise, genellikle Paflikyanlara sempati beslemişlerdir. I. Nicephorus, Paflikyanları Phrygia ve Lycaonia yörelerinde asker olarak kullanmak istemiştir. I. Michael, yeniden Paflikyanlara karşı şiddet uygulamasına başlamış, özellikle V. Leo, kendisinin de bir Paflikyan olduğu iddialarını yalanlamak amacıyla, müthiş bir Paflikyan avına çıkmıştır. Bu dönemde bir çok
Paflikyan, Bizans’tan kaçarak Müslümanlara sığınmıştır. Sergius 835 yılında öldürülmüştür. İmparatoriçe Theodora zamanında da baskı sürmüş, Karbeas yönetiminde isyan eden Paflikyanlar kitle halinde Müslüman topraklarına göç etmişlerdir.

    Artık Bizans’ın kanlı düşmanı durumuna gelen Paflikyanlar, Müslümanlar tarafından desteklenmişlerdir. Tephrike’de (Divriği) bir kale kuran Paflikyanlar, sürekli olarak Bizans topraklarını yağmalamışlar, giderek etkilerini arttırarak politik bir güç durumuna yükselmişlerdir. İmparator I. Basil zamanında, Paflikyan ordusu Anadolu’yu boydan boya geçerek Efes’e kadar gelmiş, İzmit'i işgal ederek neredeyse Istanbul’un karşı kıyılarına kadar ulaşmıştır. Ancak sonunda yenilgiden kurtulamamışlar ve 871 yılında Tephrike kalesi yerle bir edilmiştir. Bu durum tarikatın askeri gücünü yok etmiştir. Paflikyanlar Anadolu’nun çeşitli yörelerine dağılmışlardır. V. Constantine ve I. Johannes, Paflikyanları kitleler halinde Trakya’ya, özellikle Filibe kenti ve çevresine göçe zorlamışlar ve Slavlara karşı askeri güç olarak kullanmışlardır. Dokuzuncu ve Onuncu yüz yıllar süresince Bizans yönetimi ve Kilisesi, Anadolu ve Trakya’daki Paflikyanlar ile uğraşmış, onları Ortodoks inancına çekebilmek için sürekli çaba harcanmıştır.

    Ermenistan’da Paflikyan hareketi, dokuzuncu yüz yılda Smbat adlı bir kişinin kurduğu “Tondrak” tarikatı biçiminde varlığını sürdürmüştür. Trakya’da ise zamanla yok olmuşlardır. Alexius Comnenus tarafından 1081 yılında Ortodoksluğa dönmeye ikna edildikleri ileri sürülmüştür. Onuncu yüz yıldan sonra, tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Ancak, öğretilerinin izleri bir çok yerde görülmüştür. Bulgaristan’daki Bogomil tarikatı Paflikyanların devamıdır. Bogomiller, Ortaçağ boyunca Batı’ya doğru öğretilerini yaymışlar, Katharlar (Albililer) ve diğer Manici akımları etkilemişlerdir. Ermenistan’da da Paflikyanlardan türeyen benzer tarikatlerin günümüze kadar varlıklarını sürdürdükleri kabul edilmektedir.

    Yüz yıllar sonra, 1717 yılında Lady Mary Wortley Montagu, Istanbul'a gelirken Filibe'de durakladığında, aynen şunları yazıyor: "Filibe'de kendilerine Paulin adını veren bir tarikat buldum. Bunlar eski bir kiliseyi göstererek Aziz Pavlus'un burada vaaz verdiğini söylüyorlar. Pavlus, bunların en makbul azizleridir..."

Paflikyanların Öğretisi

    Paflikyan öğretisinin temel görüşü, maddi dünyayı yaratan ve yöneten Tanrı ile tapılması gereken, ruhları yaratan göklerin Tanrısı arasındaki ayrımdır. Paflikyanlara göre tüm maddi varlıklar kötüdür. Bu yaklaşım Paflikyanların, Manicilikten etkilenen akımlardan biri olarak kabul edilmeleri gerektiğini ortaya koyar. Ancak, Paflikyan öğretisinde güçlü bir “Marcionist” etki de vardır. Eski Ahit’i kabul etmezler, İsa’nın yeniden doğacağına inanmazlar; Paflikyanlara göre İsa Tanrı’nın dünyaya gönderdiği bir melektir ve gerçek annesi göklerdeki Kudüs’tür; İsa’nın tüm eseri yaydığı öğretisidir; İsa’ya inanmak insanı son yargıdan kurtarır; gerçek vaftiz İsa’nın sözlerini duymakla olur. Paflikyanlar haça değer vermezler, yalnızca İncil’in bir kısmına inanırlar; İsa’yı reddettiği için Aziz Petrus’un mektuplarını dikkate almazlar; yalnızca Luka İncili ve Pavlus’un mektuplarına değer verirler. Tüm resim ve heykellere karşıdırlar. Maddi dünyaya ait herşeyin sadece simgesel bir değeri vardır. Bu bakımdan, Paflikyanlar Kiliseyi de, Kilisenin geleneklerini, dogmalarını, kurumlarını, ruhban sınıfını da reddemişlerdi. Onlara göre, herkes kutsal metinleri okuyup yorumlama hakkına sahiptir.

    Paflikyanlar kendilerini kabul ettirmek için çok şiddetli bir misyoner etkinliği göstermişlerdi. Ayrıca korku duyulan savaşçılar olup, bu nitelik kuşkusuz bulundukları bölgenin coğrafyasından kaynaklanıyordu. Zira Paflikyanlar, dinleri ve uygarlıkları ayıran bir sınır üzerinde yer alıyorlardı. Akımın bu militan görünümü, toplumsal alanda da radikal bir ideoloji ile koşuttu. Yeryüzünde tüm tinsel yetkeyi reddetikleri için, dünyasal iktidar ve politik hakların varlık nedenini de inkar ediyorlardı. Böylece, dinsel düzeydeki eşitlikçiliğe, toplumsal düzeyde de bir eşitlikçi anarşizm eklenmekteydi.

    Paflikyanlara göre, tüm Kilise hiyerarşisi kötüdür, aynı biçimde tüm ayinler ve kutsal eşyalar da reddedilmelidir. Örgütlenmelerinde en önde gelen kişiler, tarikatın farklı yörelerdeki kurucularıdır. Bu kurucu azizler, genellikle adlarını Aziz Pavlus’un öğrencilerinden alırlar ve onların yeniden dünyaya gelmiş ruhlarını taşıdıklarını ileri sürerler. Azizlerden sonra, bir konsil oluşturan “synechdemoi” (yoldaşlar) ile toplantılarda düzeni sağlayan “notarioi” gelir. Toplantılarını kiliselerde değil, “proseuchai”nde (dua evleri) yaparlar. Baskı altındayken inançlarını saklamanın ve hatta reddetmenin doğru olduğuna inanırlar. Bu nedenle, dışardan Kiliseye bağlı bir görünüm sunarken, gizlice Paflikyan inançlarını sürdürebilmişlerdir. Ülküleri, tüm ırk ayrımlarını giderecek olan inananların tinsel birliğine ulaşmaktır. Düşmanları Paflikyanları sürekli ahlaksızlıkla suçlamışlardır. Hatta dua evlerinde bile ahlaksız davranışlarda bulundukları ileri sürülmüştür. Kendilerinin “Hıristiyan” adından başka bir adla çağırılmalarından hiç hoşlanmazlar. Harnack’a göre Paflikyanlar, “Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlığı reddeden, hiyerarşi karşıtı düalist Puritanlardır”.

    Gibbon’dan beri Paflikyanlar, ilk ve saf Hıristiyanlığı sürdürmeye çalışan, düşmanları tarafından baskı ve ıstırap altında yaşamak zorunda bıraktırılmış, İncil’e bağlı iyi insanlar olarak kabul edilmektedirler. Conybeare, Paflikyanları Adopsiyonistler’in devamı olarak nitelendirir. Adeney ise Paflikyanları “Protestanlıktan önceki Protestanlar” olarak değerlendirir.
 
 

Kaynaklar:

Encyclopedia Britannica
The Catholic Encyclopedia
Burhan Oğuz, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri II, Simurg Yayıncılık, 1997.       

=================================================================

TAPINAK ŞÖVALYELERİ



Tarihin en gizemli topluluklarından biri de hiç kuşkusuz Tapınakçılar’dır. Fransızca’da “Templiers” , İngilizce’de “Templars” olarak adlandırılan bu şövalyelerin gizemi günümüzde de varlığını korumaktadır. Özellikle de Mason Cemiyetlerinin bu şövalyelere sahip çıkmaları günümüzde de süregelen bir ilgiye kaynaklık etmektedir.

TARİKAT’IN DOĞUŞU

1099 yılında Kudüs ve Filistin’deki kutsal yerler Haçlılar’ın eline geçmişti. Ancak Haçlı kuvvetlerinin burada güven içinde olduklarını söylemek çok güçtü. Buradaki Müslüman kuvvetler , özellikle de 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra akın eden Türkler Haçlıları güç durumda bırakmaktaydılar.

Bölgeye Hristiyan hacı adaylarının da sürekli gelmesi bölgede özel güvenlik önlemlerinin alınmasını gerektirmekteydi. Hacı adayları ya fanatik Müslümanların ya da etraftaki haydutların kurbanı olmaktaydılar.

Bölgede güvenlik sağlanması ve hacı adaylarının güven içinde seyahatlerinin gerçekleştirilebilmesi için –kaynaklara göre- dokuz şövalye Fransa’da , Champagne bölgesinde , Hugues de Payns önderliğinde toplanmışlardır. Elimizdeki kayıtlara göre bu şövalyeler Hugues de Payns, Geoffroy de Saint-Omer, André de Mantbard, Payen de Montdidier, Archambaud de Saint-Aignan, Geoffroy Bisol, Hughes Rigaud, Rossal ve Gondemare’dir.

Hac yollarının emniyeti için yola çıkıp Kudüs’e varan bu şövalyeler , kral II.Baudouin tarafından çok iyi karşılanmış ve kendilerine şehirde bir yer tahsisi edilmiştir. Bu yıllar , 1119 –1120 yılları, tarikatın aynı zamanda ilk yıllarıdır. Tarikatın bu yıllardaki adı ise “İsa’nın Yoksul Şövalyeleri”dir. Birkaç sene sonra ise kral II.Baudouin , oturmakta olduğu ve Süleyman’ın Tapınağı olarak bilinen yeri terk etmiş ve burayı bu şövalyelere tahsis etmiştir. İsa’nın Yoksul Şövalyeleri’nin adı ise bundan böyle “Tapınakçılar” olarak anılmaya başlamıştır.

Takip eden yıllarda Tapınakçı şövalyelerin sayısı hızla artmaya başlamıştır. Artık savunmaya ihtiyaç duyan hacıların korunmasın üstlenmek isteyen şövalyeler kendilerini Tapınakçıların arasında bulmaktadırlar. Özellikle Hayfa Limanı ile Kudüs arasındaki yolun korunmasını Tapınakçılar üstlenmiştir.

Tapınakçıların sayılarının artması artık Saint Augustin’den esinlenerek konulan kuralların yerine yeni , bu tarikata mahsus kuralların konulması gerektirmişti. 1127 yılında Hugues de Payns beş arkadaşı ile birlikte Roma’ya, papa II.Honorius’u ziyarete gitmiş ve bu topluluk papa tarafından dini bir örgüt olarak tanınmış ve 13 Ocak 1128’de kurallar konulmuştur. Latince olan bu kurallar “Latince kurallar” olarak geçer. 12 yıl sonra uygulanacak olan “Fransızca kurallar” ise bunlardan çok az farklıdırlar.

Aslında Tapınakçıların tanınmasında ve kuralların konmasında , daha başka bir deyişle tarikatlaşmasında önemli bir isim rol oynamıştır : Saint Bernard de Clairvaux. 1090 doğumlu olan Saint Bernard de Clairvaux, genç yaşlardan beri çevresinde tanınmaya başlanmış , gerek davranışları gerekse de din kültürü ile ünü yayılmıştır. 1153 yılındaki ölümüne kadar etrafında hem sevgi dolu bir din adamı hem de karizmatik bir lider olarak saygı görmüştür. 20 Ağutos’daki ölüm tarihi, ona ait bir kült gününe dönüşmeye başladığında ise kilise müdahale etmek zorunda kalmıştı.

Saint Bernard de Clairvaux gibi önemli bir kişiden destek alan Tapınakçılar böylece hem savaşçı şövalye olarak hem de dindar rahipler olarak kendi kurallarını uygulamaya başlamışlardır. Tapınakçılar ayrıca kendilerini diğerlerinden ayırmak için beyaz elbiseler de giymeye başlamışlardır. Tapınakçıların kıyafetlerinin en belirgin özelliği ise beyaz elbisenin üzerinde bulunan kırmızı haçtır.

TARİKATIN BÜYÜMESİ

Zaman içinde Tapınakçılara bir çok şövalye katılmış ve örgüt büyümeye başlamıştır. 1147 yılında tarikatın ikinci Üstadı Robert de Craon öldüğünde sadece Kudüs’de 700 şövalye ve onlara hizmet eden 2400 kişi vardı. On üçüncü yüzılda bir çok eyalette varlık göstermekteydiler. Bunların arasında Provence , Bourgogne, Catalogne , Portekiz , gibi yerler de vardı. Filistin’de üç büyük eyalete bölünmüşlerdi : Kudüs , Tripoli ve Antakya. Bu yüzyılda Tapınakçıların 3468 adet şatoları vardı.

Tapınakçılar hem asker hem rahip oldukları için kadınlarla ilgilenmezler , boş vakitlerinin çoğunu ibadetle geçirirlerdi.

Tapınakçılar hem birtakım ayrıcalıklara sahip oldukları için hem de güvenilir oldukları için kutsal topraklara giden haçlıların paralarını da taşıyorlardı. Tapınakçılar ayrıca hem katılanlardan gelen gelirle hem bağışlarla iyice de zenginleşmişlerdi. Bunun dışında söylentilere göre Tapınakçılar civardaki Müslümanlardan da para almaktaydılar.

Tapınakçılar bu arada Orta Doğu’da ve İberya’da bir çok savaşlara katılmış ve başarılar da sağlamışlardı.

Sonuç olarak , Tapınakçılar Haçlı Seferleri ve Hristiyan Krallıkları döneminde güçlerinin doruğuna çıkmışlardı. Ancak bu etrafta söylentilerin doğmasına da neden olmaktaydı.

TARİKATIN SONU

Sağlanan bütün başarılara rağmen doğuda Latin krallıkları çok uzun ömürlü olamamışlardı. 16 Haziran 1291’de son kale de Müslümanların eline geçtiğinde sadece 16 Tapınakçı şövalye kalmıştı. Kalan şövalyeler ise Fransa’ya yerleşmişlerdi.

Belli bir amaç için kutsal topraklarda toplanan Tapınakçı şövalyelerin Fransa’da tarikatın varlığını sürdürmelerine için hiçbir neden yoktu. Artık tarikat ömrünü tamamlamıştı. Ancak şövalyeler bunu kabul etmek bir yana zenginlikleri ile ayrıcalıklı bir konumda varlıklarını sürdürüyordu.

Tapınakçı şövalyelerin bu zenginliği , paraya ihtiyacı olan Fransa kralı Güzel Philippe’nin (Philippe le Bel) dikkatini çekmekteydi. Bu arada Tapınakçı şövalyeler hakkında çıkan söylentiler de kralın içini kolaylaştıracak gibi durmaktaydı. Sonunda kral ustaca bir komplo ile 13 Ekim 1307’de Tapınakçı şövalyelerin büyük bir bölümünü tutuklamayı başardı.

Aralarında Büyük Üstad Jacques de Molay’ın da bulunduğu bu grup büyük işkenceler maruz kalmış ve kendilerine atfedilen suçlardan büyük bölümünü kabul etmişlerdir. Bu suçlamalar arasında birbirlerini kalçalarından ve kaba etlerinden öpmeleri, eşcinsel ilişkide bulunmaları, haça tükürmeleri, Bafomet adı verilen bir puta tapmaları da vardı.

Uzun mahkemelerden sonra Tapınakçıların sonu ateşte yanarak gelmiştir. Ancak ölümlerinden ve tarikatın yok olmasından sonra da haklarında söylentiler devam etmiştir.

TAPINAKÇILARIN GİZEMLERİ

Tapınakçıların gizemleri daha tarikatın kuruluşu ile başlar.

Aslında tarikat kurulduğu andan itibaren ezoterik bir karakter göstermiş ve amacını saklamıştır.

Tarikatın ezoterik karakteri mühründe de görülmektedir. Aynı ata binmiş iki şövalye şeklindeki bu mühür değişik araştırmacılar tarafından değişik şekillerde yorumlanmıştır. Bazı araştırmacılar bu sembolü birbirini kollayan iki şövalye olarak yorumlarken bazıları da bunu tarikatın ilk yıllarındaki fakirliğini belirttiğini iddia etmişlerdir. Aslında bu mühür , Saint Bernard’ın da «çarpışma iki yönlüdür, yeryüzünde ve gökyüzünde» şeklinde belirttiği gibi , misyonun maddi ve manevi olan iki yönünü temsil etmektedir. Bir başka deyişle görünüşteki amaçları Kutsal Topraklara giden hacılara yardım etmek olan tarikatın aslında bir de ruhsal bir amacı vardı.

Tarikatın ezoterik yönünün bir başka göstergesi de inisiyasyon törenleridir. Bu törenler bütün ezoterik topluluklarda görülen törenlere benzemektedir. Aday kabul edilmeden önce çeşitli sınavlardan geçmektedir. Bu sınavların tam olarak neler olduğunu bilemesek de dört elementle ilgili bir takım törenler olduğunu , bazı moral değerlerin sorgulandığını öğrenmekteyiz. Bu sınavları geçen adayı, geceleyin, on iki şövalye beklemekteydi. Dışarıda bekleyen adaya şövalyeler niçin kapıya geldiğini üç defa sorarlar , yanıtını kabul edince içeri alırlardı. Tarikata kabul edilme ise törenle olmaktaydı.

Tarikatın bir ilginç karakteri de o zamanki Orta Çağ düşüncesinden farklı düşünsel yapısı idi. Ezoterik düşünceye olan yatkınlığı Tapınakçıları diğer tarikatlardan ayırtmakta ve etrafta yanlış anlamalara yer vermekte idi.

Tapınakçıları tam bir ezoterik topluluk olarak düşünmek doğru olmaz ancak tarikatın zaman içinde böyle bir karakter aldığını ve diğer ezoterik topluluklara kaynak olduğu için bu özelliğinin fazla abartıldığını söyleyebiliriz.

TAPINAKÇILARIN İSA HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

Tarih boyunca süregelen rivayetlere göre Tapınakçıların İsa hakkındaki görüşleri Hıristiyanlıktan çok daha farklıdır. Yaygın olan bir rivayete göre Tapınakçı şövalyeler Johannit mezhebe mensupturlar.

Bilindiği gibi, Hıristiyanlık tarihine baktığımızda İsa’nın gelişinden önce Vaftizci Yahya’nın kişiliğinin öne çıktığını görürüz. Ancak Yahya , kabul edilen İncillerde İsa’nın geleceğini müjdeleyip onun vaftiz olmasını sağlayan bir kişidir sadece . Hatta Matta İncilinde Yahya şöyle der : «Gerçi ben sizi tövbe için suyla vaftiz ediyorum, ama benden sonra gelen benden daha güçlüdür. Ben O’nun çarıklarını çıkarmaya bile layık değilim. O sizi Kutsal Ruh ve ateşle vaftiz edecek.» Ancak zaman içinde bazı topluluklar Yahya’yı İsa’dan daha önemli tutmuşlar hatta bu düşüncelerini çağlar boyu , İsa betimlemelerinde aslında Yahya’yı resmederek sürdürmüşlerdir.

Aslında Tapınakçıların Johannit olduklarına dair çok da somut deliller yoktur , ancak kendilerine yöneltilen birtakım suçlamalarda Johannit mezhebe yöneltilen suçlamalara benzer suçlamalar vardır. Son yıllarda yapılan araştırmalar ise , biraz zorlamalı da olsa, bazı Tapınakçı sembollerinde Johannit mezhebine ait izler bulmaktadırlar.

Tapınakçılara yakıştırılan başka inanışlara göre de Tapınakçılar İsa’nın Thomas isimli bir ikizi olduğuna ve yeniden dirilmenin ancak böyle gerçekleştiğine inanmakta ve ayrıca Maria Magdelena’nın İsa’nın karısı olduğunu öne sürmektedirler.

TAPINAKÇI ŞÖVALYELERİN MÜSLÜMANLARLA OLAN İLİŞKİLERİ

Haçlı seferleri sırasında kutsal topraklara giden haçlılar içinde Müslümanlar ile en yakın ilişkileri kuranlar Tapınakçılardır.

Söylentilere göre Tapınakçılar Müslümanlardan para da almaktadırlar.

Tapınakçıların en çok ilişki kurdukları topluluk ise İsmailliye mezhebinden türeyen Haşhaşiler’dir. Haşhaşiler (Batıda “Assasin” diye anılırlar ve katil anlamına gelen bu sözcük buradan türemiştir.)

==============================================================

EZOTERİZM



    Ezoterizm,  asıl gerçeklerin yalnızca anlayabilecek yetenek ve bilgide olanlara bildirilebileceği görüşü üzerine temellenen bir öğreti sistemidir. Genel olarak,  Arapça ve Eski Türkçe' de "Batiniyye", Fransızca' da "Esotérisme" ve İngilizce' de "Esoterism"  ya da "Esotericism" karşılığıdır. Bu sözcügün Türkçe' de yeni kullanılan karsılığı "İçrekçilik" tir.
    Ezoterizm özünde, bilgi ve görgülerin kapalı bir topluluk içinde ve aşamalı olarak verildiği bir çalışma ve öğreti sistemi olarak tanımlanabilir. Bu tanımda dikkat edilmesi gereken en önemli unsur, ezoterizmde aktarılan bilgiler ve görgülerin ister bilimsel, isterse töresel-dinsel nitelikte olabilmesidir. Ezoterizm bir öğreti sistemidir ve bu sistemle aktarılan öğreti bilimsel ve çağdaş olabileceği gibi, töresel ya da dinsel de olabilir. Ne var ki, Ezoterizmin bu özelliği çoğunlukla göz ardı edilir ve hemen her zaman Ezoterizmi, Gizemcilik (Mistisizm) ya da Gizlicilik (Okültizm) ile karıştırma yanlısına düşülür.
    Ezoterizm sözcüğü, köken olarak Yunanca' daki esoterikos sıfatından türemiştir. Ezoterik biçiminde yaygın olarak kullanılan bu sıfat, "içrek yani dışa kapalı ve kendı içine dönük ya da apaçık olmayan" anlamlarına gelir ve bir topluluk ya da bir örgütü, bir yöntem ya da sistemi, bir yazı ya da konuşmayı nitelendirmek için kullanılabilir. Ezoterik sıfatı, "genel ve herkesin olabilen" anlamına gelen "eksoterik" (dışrak, İngilizcede Exoteric, Fransızcada Exotérique) teriminin karşıtıdır. Örneğin dinler eksoterik, Gizemcilik ezoteriktir. Antikçağın gizemci düşünürü Pisagor, öğrencilerini esoterikos ve exoterikos diye ikiye ayırır, gizli öğretisini yalnızca birincilere aktarırmış.

    Ezoterik sıfatının tanımı gereği, bir öğreti sistemi olarak Ezoterizmin üç temel özelliği vardır:
* Öğretiyi alacak kişilerin özenle seçilmelerinden sonra, "inisiyasyon" yöntemiyle topluluğa kabul edilip yine aynı yöntemle ilerletilmeleri;
* Öğretilerin, inisiyasyon yöntemi uyarınca bir dereceler silsilesi içinde verilmesi;
* Öğretilerin kapsamında öncelikle simgelerin, allegorilerin ve özdeyişlerin kullanılmasıyla, bireye kendi gerçeklerini bulma yolunun açılması.

    Görüldüğü gibi, Ezoterizm bir sistem olarak aktarılan öğretinin özünden bağımsızdır ve temelde biçimsel bir işleyişi nitelendirmektedir.
    Ezoterik öğreti sisteminin doğusu, İnsanoğlunun doğa yasaları üzerinde düşünmeye koyulması ve doğanın ve evrenin gerçeklerini arayıp bulmaya başlaması kadar eskidir. Ulaşılan gerçekleri, insanların büyük çoğunlugu ya anlayamamış, ya tepkiyle karşılamış, ya da bunları kendi çıkarları için kötüye kullanmaya kalkışmışlardır. Bu durum, gerçeklerin araştırılıp doğruların aktarılmasında, kapalılığın insanlar ve İnsanlık için daha yararlı sonuçlar sağlayacağı düşüncesini yaratmış ve böylece Ezoterizm ortaya çıkmıştır. Ezoterizmde, herkese duyurulması sakıncalı görülen bilgilerin, yalnızca belirli bir kültür düzeyine erişen kişilerce anlaşılabileceği gerekçesi kapalılığı, zorunlu kılmıştır. Bu anlamda Aristoteles öğretisi de ezoterik sayılmalıdır; Aristoteles sabahları seçkin öğrencilerine ders verirken, akşamları halka ders verirmiş ve öğrettikleri de ayrı ayrı bilgilermiş.
    Ezoterizm uygulayan toplulukların büyük çoğunluğu, ulaştıkları gerçeklere ilişkin bilgi ve bulgulardan yalnızca kendi üyelerinin yararlanmalarını öngörmez; kendi dışlarındaki toplumu ve tüm İnsanlığı da gözetirler. Ne var ki, yeterince uyumlu bir ortam sağlanmadıkça, gerçeklerin gelişigüzel bir biçimde ortaya dökülmemesini ve saklı tutulmasını yararlı ve hatta gerekli bulurlar. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, gerçeklerin topluluk dışına yayılması, insanlığa maledilmesi geçikebilir.
    Ezoterizmin kapalılık gerekçesi Hermesçiliğin su sözleri ile daha iyi anlaşilabilir : "Her us büyük gerçekleri kavrayamaz. Çoğunluk ya aptal, ya kötüdür. Aptalsalar, gerçek karşısında akıllarını büsbütün yitirirler. Kötüyseler, bu gerçeği kötüye kullanarak, büsbütün kötülük ederler. Gerçeği gizlemekten başka yol yoktur. Bulmak, bilmek, susmak gerek...". Benzer bir yaklaşımı Seyh Bedreddin' de de bulmak olanaklıdır : "Her bilgi kendi mertebesinde haktır. Gerçekler halka daha işin başında söylenirse, ya yollarını saptırırlar, ya da gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve hak, orta bir yolla ve ayrı ayrı gözetilerek birbirine alıştırılabilir. Ama herhalde halk, hak ve hakikate alıştırılmalıdır..."
    Ezoterizmin işlevi, bazılarınca bilinen bir takım gerçeklerin, bilemeyenlere aktarılmasından ibaret değildir. Ezoterizmin işlevleri arasında, topluluk üyeleri arasında uyumlu bir iletişim sağlamak olgusu da vardır. Bu iletişim sayesinde, bilgileri geliştirmek, derinleştirmek, yenilemek, genişletmek ve olgunlaştırmak için olumlu bir yapı sağlanır.
    Ezoterizmin temel kuralı gereği, bilgiler yalnızca yeterli düzeyde anlayış yeteneği olan ve bu yolda ilerleme özelliği gösterebilen kişilere aktarılmalıdır. Ezoterik sistemde çalışan bir topluluğa katılan kişiye bilgilerin tümü bir anda yüklenmez, kişi belli düzeylerde sınanarak daha ileriye gitme yeteneğinin olup olmadığı anlaşılmalıdır. Özellikle dinsel ve töresel nitelikte olan bilgiler açık ve belirgin bir kesinlikle verilmemeli, böylece öğretiyi alacak kişilerin kendilerine öğretilenleri putlaştırmaları önlenmelidir. Ezoterik sistem içinde bilgileri öğrenmeye başlayan kişi, yalnızca kendisi için öğrenmekle yetinmemeli, bilgilerini birleştirip olgunlaştırarak başkalarına da yararlı olmaya çalışmalıdır.
    Ezoterizmi benimseyip uygulayan kuruluşlar ve topluluklar, kendi öğretileri kapsamında çoğunlukla din, töre, bilim ve sanat gibi konuları bir bütün biçiminde işleyip, öğretilerine göre yorumlamışlardır.
    Bununla birlikte, salt "bilimsel", salt "dinsel-töresel" ya da salt "sanatsal" Ezoterizmden de söz edilebilir. Salt bilimsel Ezoterizm, yalnızca doğal ve evrensel gerçeklerin, bunların yaşalarının ardına düşmüştür. Salt sanatsal Ezoterizm, bireyler arasındaki iletişimin gelişmesinde öznelliği öne alarak, duyumsal algılamayı geliştirmeyi öngörür. Salt dinsel-töresel Ezoterizm ise, dinlerin akıl ve mantiğa uymayan öğelerini ayıkladıktan sonra, Tanrı buyruklarından içsel anlamlar çıkarmak yoluyla Gizemciliğe yaklaşır; eğer akıl ve deney yoluyla ulaşılan bilgilerin ötesinde, "sezgi" yöntemi ile  sağlanabilen bilgilere öncelik verilirse Gizlicilik ile bağdaşır. Genel olarak dinsel Ezoterizmde, usa aykırı dinsel dogmaların, usa uygun bir yoruma kavuşturulma çabası da bulunmaktadır. Ne var ki, kimi ezoterik yorumcular, bu yorumlarda büsbütün usaaykırılığa düşmekten kaçınamamışlardır.
    Ezoterizmi benimseyen topluluklar, kendilerine özgü bir çalışma yöntemi ve öğretisi olan, üyesi olmayan kişileri çalışmalarına almadığı gibi, öğretilerini kendi üyelerinden başkasına açmayan örgütlenmelerdir. Bir ezoterik topluluğun bu özelliği, onun bir "gizli örgüt" olmasını gerektirmez. Zira ezoterik bir topluluğun ya da kurumun varlığı, amaçları, ilkeleri, üyelerinin kimler olduğu, çalışmalarının nerede yapıldığı, nasıl çalıştığı herkesçe bilinebilir. Bir ezoterik topluluğun gizli olarak nitelendirilebilecek tek yönü, üyelerinin kendi aralarında yaptıkları toplantı ve çalışmaların içeriğidir.

Kaynaklar:

Mason Sözlüğü, M. Özgen Ayfer
Felsefe Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu
Dünya İnançları Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu       

==============================================================

YAHUDİ TASAVVUFU



Antik çağda, ortadoğu uygarlığı, Sümer, Akad, Hitit, Asur, Babil, Mısır, Fenike, Urartu, Arami, Keldani, İbrani, Arabi uygarlıklarının iç içe geçmesiyle oluşmuştur.

m.ö.3000’de, Sami Akadlar, Mezopotamyanın güneyinde yerleşmişler ve orada Sümerle komşu olmuşlardır.Aynı dönemde Filistinde, yine Sami olan ‘Kenani-Fenikeli’ boylar bulunuyordu.

Bir kavim göçü ile AMORİ’ler kuzeye doğru giderek, Babildeki Hamurrabi-soyu’nu oluşturdular.Daha sonra bu Amorilerden ARAMİ boyları çıktı.

Antik dönem Ortadoğu dillerinde, Tanrı adı için kullanılan sözcük, daha sonra Semitik dinlerde Tanrının yerleşik adı olmuştur:

Akad dilinde-------------“İLU”

Kenan dilinde------------“İL”

İbrani dilinde-------------“EL” (genişletilmiş olarak;ELOHİM)

Arami dilinde-------------"EL" ve "ELAH"

Güney Arab dilinde------“İL” ve “İLAH”

Süryani dilinde------------"ALOHO" ve "ALOHA"

Babil’in Tanrısı ise “BAAL” idi.

Daha sonra Semavi-dinler’in içinde yer alan “MELEK” sözcüğü de, Ammoni’lerde:”MİLKOM” ve Sur kentinin tanrısı olarak”MELK-KART”; Süryanilerde ve İbranilerde “MOLEK” ve “MOLEKE”; Arablarda “MELEK”tir.

İbraniler de tıpkı Babilliler, Asurlu, Fenikeli ve Arablar gibi, Sami idiler.Göçebe iken bunlara, “HABİRİ” veya “İBRİ”(gezgin) denirdi.

Eski-Ahit’te(Tevrat), Abra ham’a (İbrahim), İBRANİ denmektedir.

Daha sonra Tanrı tarafından adı “İSRAEL” diye değiştirilen Yakub’tan gelenlere “Beni-İsrail” (İsrail-oğulları) ve Yakub’un dördüncü oğlu YEHUDA’dan gelenlere de “YEHUDİ” veya”YAHUDİ” denmiştir.Bu ayrım İbranilerin, tarihte iki ayrı devlet kurmalarına kadar gitmiştir.

Üç büyük semitik din olan, Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığın geleneksel kökeni İbrahim peygamberdir.Başka bir deyişle, bu üç din de İbrahimidir.İbrahim peygamberin TORA (Tevrat)’da bir ayette özlü b ir tanıtımı vardır :”İşte ahdim seninledir ve birçok milletlerin babası olacaksın ve adın, Abram çağrılmayacak, fakat adın İBRAHİM olacak."-Tekvin:17 ;5-

ABRAM-ABRAHAM ( ABA-RA-HİM : İBRAHİM )

ABA: BABA , RA: NUR , HİM: HALK = ABARAHİM : HALKIN NUR BABASI .

Daha sonraları , birçok tasavvuf akımı ve okulunda , bir gelenek haline gelecek olan bu ad değiştirme, Tevratta İbrahim peygamberden sonra , Yakub Peygambere de uygulanmıştır:”Artık sana YAKUB değil, ancak İSRAİL denilecek ."-Tevrat : 32 ; 28-

YAKUB : İSRAİL ( İS-RA-İL ) : İS : ZEKA-RUH , RA : NUR , İL: TANRI .= İLAHİ NURUN RUHU ( ZEKASI ) .

Mana alemine doğan (inisiye) her insanın , ‘duy adı’ yanında bir de batini (esoterik) ad alması , kaynağını Eeski-Mısır’da , İdris Peygamberin (Hermes) öğre tisinde bulur.

Musa Peygamber , İbrani halkını Mısırdan çıkarıp Kenan diyarına doğru yol alırken , sık sık “ TABERNACLE" (TOPLANMA ÇADIRI )’da , Mısır Theb tapınaklarındaki gibi , esoterik ( gizli ) ve ritüelik (törensel-Hermetik) çalışmalarda bulunuyordu. Çadırın içinde, yalnızca, Mısır’ da inisiye olmuş KOHEN ’ler (kahinler) bulunuyordu.Toplanma çadırının etrafında bir koruma hizmet alayı oluşturulmuştu ve bunlar , LEVİLİ (HİZMETLİ) diye çağrılıyordu.Levili’lerin başında Musa Peygamberin manevi (inisiyatik) kardeşi ARON (HARUN) bulunmaktaydı.

İnisiasyon yoluyla seçkin bir zümreye öğretilen Hermetik öğretinin özünü oluşturan Tanrı anlayışı ilk kez Mısır dışına çıkmış bulunuyordu. TORA ’da ( TEVRAT ) çıkış : 3;14’de vurgulanan , ancak tanımlanmayan olarak zikredilen Tanrı için “ EHYEH ASHER EHYEH ” denmektedir ki dilimize çevrilecek olursa “ BEN OLAN BEN “ anlamına gelmektedir.O güne kadar somut doğa varlıklarına fetiş ve totemlere tapınan insanlar için ilk kez doğa üstü (aşkın) bir tanrı söz konusudur artık. “Ben olan Ben “ öyle bir kavram ki , daha sonra Felsefenin en temel kavramı da olacaktı. Bu kavram ’ saltık-özdeşlik’ bildiren bir kavramdır; karşılaştırma yada kıyas göstermediği için , her hangi bir betimlemeye ( tasvir ) olanak tanımaz. Bu nedenle Tanrının herhangi bir tasvirinin yapılması da olanaksızdır. Aynı zamanda ‘Ben olan Ben’ kavramı , ‘ saltık-soyutlama ‘ dır- Tanrı, herşeyden münezzeh’tir.- Bu nedenle , Musa Peygamber , Tanrının adının telaffuz edilmesini de yasaklamıştır ; " YHWH " ha rfleriyle kodifiye edilen Tanrının adı , ancak “ hecelenebilir" ama hiç kimse onu telaffuz edemezdi.

Tanrının adını , ancak yılda bir kez olmak üzere “ ÇADIR ” içindekiler telaffuz etme hakkına sahipti. Bu ,Rabbın çadırı tamamen simgesel bir projeye göre yapılmıştı . Daha sonra bu çadır Süleyman Peygamber ( SALAMON ) tarafından simgeselliği korunarak görkemli bir yapıya dönüştürülmüştü .Süleyman Peygamberin Tanrı’nın adına yaptırdığı bu tapınakta Musa peygamberin ünlü “ AHİT SANDIĞI “ korunmaktaydı . Süleymanın bu tapınak okulu , Mısır Piramitlerinden sonra en görkemli yapıydı . Tapınakta yapılan öğreti , Mısırdaki gibi , dereceli bir öğretiydi . Yöntem olarak , “çırak-kalfa-usta” ilişkileri benimsenmişti . Kudüsteki bu tapınak devrinin üniversitesi , bir bilgi bankası niteliğini taşıyordu . Süleyman aynı zamanda bir ‘BİLGE-KRAL’ dı .

SÜLEYMAN (Arab.) : İbranice : ŞELOMOH : BARIŞ ADAMI ;

Ezoterik adı :-------------------------- SALAMON ;

SAL-AM-ON : AMON-EMİNİ ; ( KOZMİK SEVGİ EMİNİ ) .

Daha sonraları , "KABBALA ; KABALLAH " ve " ZOHAR " olarak açığa vurulmuş Yahudi Tasavvuf Öğretisi ‘ Hermetik öğretinin ikinci versiyonu’ olarak Süleymanın Mabed’inde şekillenmiştir.

ZOHAR :NUR anlamında olup , öğretisi mistik tefekkür ve mistik deneyim yoluyla "NUR" a kavuşmak , eş deyişle varlık birliğini deneyimlemektir . Kabbala ise gelenek anlamına gelmekle birlikte , öğretinin kabulü ya da içselleştirilmesi demektir .

Kabbala’da harfler sayılarla eşleştirilmiş ve Tanrı isimlerinin ( sıfatsal ) harflerinin yerleri , belli matematiksel kurallara göre değiştirilerek , yeni anlam türetmelerine gidilmiştir.

Kabbala’da üç temel kavram vardır : 1-SEFAR 2-SİPUR 3-SEFER .

1-SEFAR : Sayı , (nicelik) demektir.Varolanların birbirleriyle ilişkisinde , birinci durumda sefar ( nicelik ) rol oynar , bu da sayıyla belirtilir . Ondan sonra , varolanın hareketi gelir ki bunlar da sayıyla belirtilir .

2-SİPUR : Söz ( kelam ; Logos ) anlamındadır . Her harf , bir kuvveti işaret eder ve varlıklar, harflerden oluşan ‘KELİMELER’ gibidirler . Dolayısıyla , tüm varolanlar , Tanrının sözleri niteliğindedir . Öyleyse , Tanrı kelamı olan Tora ( Tevrat ) varolanların simgesel bilgisidir.

3-SEFER : Yazı demektir . Tanrının yazısından , Evrendeki varolanların tümünü anlamak gerekir .

Kabbala’da var lığın en genel ve bütünsel biçimlerine “SEFİROT” ( SEPHİROT ) adı verilmiştir.İlk niceliklere temel sayılan "ON : 10 " sayısına uygun olarak da , toplamı sefirot diye isimlendirilen sefira’ ların sayısı da 10’dur . ‘Yaradılışın kitabı’ “ sepher yetzirah"da : " Sephirot on’dur , dokuz değil , onbir değil on’dur ; Akıl ve Hikmetini onları anlamakta yoğunlaştır ; inceleme ve araştırmalarını , irfan ve vicdanını onlara ada ; varolan her şeyde , sephirot’u temel bil ; Tanrıyı onlarla kavramaya çalış “ denmektedir .

ZOHAR ( NUR) KİTABI’nda ise şöyle yazmaktadır : “ Tanrı hiç bir biçimde betimlenemez ve tanımlanamaz olandır . Bunun için O’nu işaret edecek her hangi bir şey , ya da söz olamaz . Her şey ondan çıkar, ama O, hiç bir şeyle nitelendirilemez . Tanrı , sözleriyle evreni yaptı ve ‘Adam-Kadmon’ ile sözünü tamamladı .Bu nedenle , insan kendini bilmekle nura kavuşur .”

Zohar’a göre , Melekler ( moleke ) , ‘doğa-kuvvetleri’nden başka bir şey değildir . İnsana gelince ; O , yaratıkların hem özeti , hem de en yetkin olanıdır .”Kendini arınma ve bilgilenme ile yetkinliğe ulaştırmak ve gerçeğin bilgisine erişmek , insanın kendi elindidir ve insan , bütün edimlerinde özgürdür , ancak , bu özgürlük , açıklanamaz bir gizdir .”

Kabbala hesapları üç ilem üzerenden yapılmaktadır :

1-THEMURİA : Kutsal sayılan sözcüklerin dizilişlerindeki ( sintaks ) harflerin yeri değiştirilerek , yeni sözcükler elde etme yöntemi .Örnek : “çünkü benim meleğim senin önünde gidecek...” ( Eski Ahit : Çıkış ; 23 ; 23 ) . Ayetindeki “ MELEK " s özcüğü , bu yöntemle , “ “MİKAİL “ olarak hesaplanmıştır .

2-GEMATRİA : Sözcükleri oluşturan harflerin sayısal değerlerinin toplamının hesaplanmasıdır

3-NOTARİA : Sözcüklerin , köklerinden sayı değerleri yoluyla yeni sözcükler türetmektir ..

Üç büyük semitik din olan, Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığın geleneksel kökeni İbrahim peygamberdir. Başka bir deyişle, bu üç din de İbrahimidir. İbrahim peygamberin TORA (Tevrat)’da bir ayette özlü b ir tanıtımı vardır :”İşte ahdim seninledir ve birçok milletlerin babası olacaksın ve adın, Abram çağrılmayacak, fakat adın İBRAHİM olacak.       

                                                                                                                              

                                                                                                                            

=================================================================

KABBALA

Kabbala, XII. yüz yıldan başlayarak Yahudi gizemciliğini tümüyle etkisi altına almış olan ezoterik bir akımdır. Her zaman temelde sözlü bir gelenek olan Kabbala, İbranice'de sözcük anlamı olarak da "gelenek" karşılığını taşımaktadır.

Gizemci deneyimlerin içerdiği olası kişisel tehlikelerden kaçınabilmek amacıyla, Kabbala öğretisine ve uygulamalarına inisiyasyon mutlaka bir önderin, bir yol göstericinin gözetim ve denetiminde gerçekleştirilmelidir. Her yönüyle gizemci bir öğreti olan Kabbala'nın, özünde Tanrı'nın Musa'ya aktardığı "ilâhî vahy" olan Torah'ın (Tevrat) yazılı olmayan gizli bilgilerini içerdiği ileri sürülmüştür. Yahudiliğin temel ilkesinin Musa yasalarına uyum olmasına karşın, Kabbala'nın insana doğrudan Tanrı'ya ulaşma yollarını sağladığı varsayılmıştır. Bu bakımdan Kabbala, bir çokları tarafından tehlikeli biçimde kamutanrıcı (panteist) ya da sapkın olarak nitelendirilen gizemci yaklaşımlar içeren bir dinsel boyutu Yahudiliğe katmıştır.

Köken

Kabbala'nın kökeni İ.S. I. yüz yılda Filistin'de filizlenen "Merkava" (ya da Merkabah) gizemciliğine kadar geri götürülebilir. Merkava gizemciliğinde temel uğraş, Eski Ahit'te peygamber Ezekiel'in düşlediği "ilâhî taht" ya da "araba" (merkava) hakkında derin düşüncelere dalmak ve bu sayede çoşku içinde kendinden geçmektir.

VII. ve XII. yüz yıllar arasında uygulama alanı Filistin'den Babilonya'ya kayan ve yoğun biçimde Gnostik inançların etkisi altında kalan Merkava gizemciliğinde asıl amaç, Tanrı'nın tahtını ve göksel düzeni düşleyebilmektir. Gizemci Merkava yazımında, çoşku içindeki ruhun yükselişi, düşman meleklerle dolu "yedi küre"yi ya da "yedi gök katını" aşmak için yapılan tehlikeli bir yolculuk olarak tanımlanmaktadır. Ruhun bu yolculuktaki amacı, merkava'nın üzerinde bulunan ilâhî tahta ulaşmaktır.

"Tzenu'im" adı verilen Merkava uygulayıcıları, özel ahlâk niteliklerine sahip olan az sayıda seçkin kişilerdi ve sürekli oruç tutarak kendilerini gizemci deneyimlere hazır tutmaları gerekliydi. Bu seçkinlerin yapacağı başarılı bir düşsel yolculuk için her şeyden çok "mühür" olarak tanımlanan bazı büyülü sözlerin ve formüllerin kullanımı zorunluydu. Bu büyülü sözler, her bir gök katının kapısında bekçilik yapan melekleri yatıştırmak için gerekliydi. Hatalı bir "mühür" kullanımı, önemli yaralanmalara, hattâ korkunç ölümlere yol açabilirdi.

Talmud'a göre, Merkava uygulamasına kalkışan dört kişi arasından biri ölmüş, diğeri delirmiş, öteki dinden çıkmış ve yalnızca Rabbi Akiba ben Joseph gerçek bir düşsel deneyime nail olmuştur. Merkava uygulayıcıları kimi zaman "Doğaüstü Dünyanın Gezginleri" olarak da adlandırılırlardı. Bu gizemci akımın en eski iki yazımsal kaynağı; Rabbi Akiba'ya ait olduğu sanılan "Küçük" ve Rabbi Ishmael ben Elisha'ya ait olduğu sanılan "Büyük" metinlerdir. Ayrıca, "Enoch'un Kitabı" ve Tanrı'nın oldukça abartılı antropomorfik (insan biçimli) betimlemelerini içeren "Shi'ur Qoma" (İlâhî Boyutlar) adındaki metinler de Merkava geleneğine aittirler.

Sefer Yetzira

Kabbala geleneğinde III. ve VI. yüz yıllar arasında ortaya çıkmış olan ikinci basamak "Sefer Yetzira" (Yaratılış Kitabı) adlı kitaptır. Sefer Yetzira, büyü ve evrenbilim (kozmoloji) konusunda bilinen en eski İbranice eser olup evrenin, İbrani alfabesinin 22 harfi ile "Sefirot" adı verilen 10 ilâhî rakkamdan yaratıldığını anlatmaktadır. Harfler ve rakkamlar birlikte Tanrı'nın evreni yaratırken kullandığı "gizli bilgeliğin 32 yolu"nu oluştururlar.

Sefer Yetzira'nın, hatalı olarak Hz. İbrahim'e ait olduğu da ileri sürülmüştür. Bu nedenle kimi zaman kitabın adı "Otiyyot de Avraham Avinu" (İbrahim Babamızın Alfabesi) olarak geçer.

Yetzira, sonraki dönemlerde Yahudiliği derinden etkileyecek olan "sefirot" kavramını ortaya atmıştır. Çoğul olan Sefirot sözcüğü İbranice'de "sayılar" anlamına gelmektedir. Sözcüğün tekil biçimi "Sefira" ya da "Sephira"dır (yani şifre).

Yetzira'ya göre Sefirot, yaratıcı Tanrı'nın kendini gösterdiği on ayrı oluşum ya da güç olarak yorumlanabilir. "En Sof" adı verilen "Bilinemeyen Sonsuz Tanrı"dan yansıyan on ayrı aşama bulunduğu ileri sürülmektedir. Böylece her sefira, Tanrı'nın ayrı bir yaratıcı niteliğini ifade etmektedir. Kabbala'ya göre her sefira'nın bir başka sefira ile olan bağlantısı yaratılışın ritmini oluşturmaktadır. Kabbala'da, Sefirot'un gizemci yapısı ve kesin işlevi en sık tartışılan konudur. Bu tür spekülasyonların tümüyle sapkınlık olduğu yolundaki sert eleştirilere karşın, sefira'lar Kabbalacı gizemciliğin temel ilkesini oluştururlar.

Sefira'lar sırasıyla; "keter'elyon" (yüce taç), "halhma" (bilgelik), "bina" (zekâ), "hesed" (sevgi), "gevura" (kudret), "tif'eret" (güzellik), "netzah" (sonsuzluk), "hod" (görkem), "yesod" (temel) ve "malkhut" (krallık) olarak sıralanırlar. Sefira'lara; adımlar, ilkeler, nitelikler, taçlar gibi başka isimler de verilmiştir.

On adet sefira'nın içindeki ilk dörtlü grup evrensel elementleri (Tanrısal Ruh, Hava, Su ve Ateş), kalan altılı grup ise yönleri (Sağ, Sol, Ön, Arka, Yukarı, Aşağı) simgelemektedir. Sefirot ile birlikte alfabenin harfleri, insan bedeninin çeşitli kısımlarına denk gelmekte ve böylece insanı yaratılışın mikrokozmosu biçimine dönüştürmektedir.

Sefer ha-Bahir

Kabbala'nın bir diğer önemli metni, XII. yüz yılda ortaya çıkan "Sefer ha-Bahir" (Parlaklık Kitabı) adlı eserdir. Bu kitabın, ezoterik Yahudi gizemciliği ve genel olarak Yahudilik üzerindek etkisi derin ve kalıcı olmuştur. Bahir, yalnızca Sefira'ları yaratılışın ve evrenin sürekliliğinin araçları olarak yorumlamakla kalmamış, aynı zamanda "Gilgul" (ruh göçü) gibi kavramları da ortaya atarak yoğun bir gizemci simgecilik katkısıyla Kabbala'nın temellerini güçlendirmiştir. Bahir, aslında Eski Ahit'in geniş kapsamlı bir simgesel yorumudur ve dayandığı temel motif, İbrani alfabesindeki harflerin ses ve biçimlerinin gizemli anlamlarıdır.

Kitabın ilk olarak, XII. yüz yılın ikinci yarısında Fransa'nın Provence bölgesinde ortaya çıktığı sanılmaktadır. Oysa Kabbalacılar Bahir'in çok daha eskiden kaldığını ve ilk uygulamalarının İ.S. I. yüz yılda Rabbi Nehunya ben Haqana'ya ait olduğunu ileri sürerler. Ayrıca, kitapta yer alan bazı ifadelerin ise "Tannaim" adı verilen III. yüz yıl Yahudi bilginlerinden aktarıldığını savunurlar. Orta Çağ'dan kalma el yazmaları üzerinde yapılan nesnel bir değerlendirme Bahir'in yazarının, Doğu'dan Avrupa'ya daha önceden gelmiş bulunan bazı gizemci kavram ve metinleri eserine eklediğini ortaya koymuştur.

İbranice ile Aramice karışımı bir dille yazılmış olan Bahir, oldukça düzensiz ve genellikle bulmacamsı yapısına karşın, yoğun bir gizemci simgeciliği Kabbala'ya ve Kabbala yoluyla da Yahudiliğe başarıyla sokmuştur. Çağdaş Yahudi araştırmacı Gershom Gerhard Scholem, bu gizemci simgeciliği Kabbala'nın Yahudi dinsel düşüncesi üzerindeki en önemli etkisi olarak değerlendirmiştir. Örneğin Bahir, evrenin yaratılması ve varlığını sürdürmesini gizemli bir biçimde simgelendiren on adet "Tanrısal Oluşum"un bilinen en eski açıklamasını içermektedir. Kendi içinde üç adet üst ve yedi adet alt belirtiye ayrılan bu on "söylem" (Ma'amarot), Kabbala'daki ünlü "Sefira'lar" olarak tanımlanmıştır.

Bahir, aynı zamanda, Kabbalacı kuramlar arasına "Ruh Göçü" (Gilgul) kavramı ile Tanrısal yaratma gücünü simgeleyen "Kozmik Ağaç" düşüncesini de eklemiştir. Ayrıca kötülük kavramının da, Tanrı'nın kendisinde bulunan bir temel ilke olduğu da Bahir'de belirtilir. Eserin son bölümü, "Büyük Gizem" (Raza Rabba) adlı eski bir gizemci metinden alıntıdır. Kabbalacılar, Bahir'in içerdiklerini buyruk olarak kabul ederler; oysa Bahir bir çok Yahudi din adamı tarafından sapkın olarak nitelendirilmektedir.

Sefer ha-Temuna

İlk olarak XIII. Yüz yılda İspanya'da ortaya çıkan "Sefer ha-Temuna" (İmge Kitabı), yazarı bilinemeyen İbranîce bir eserdir. Temuna, İbranî alfabesinde bulunan harflere mistik anlamlar yükler ve Tevrat'ın insan gözü ile görülemeyen bazı bölümlerinin olduğunu ileri sürer.

Temuna'nın en önemli katkısı Kabbala'ya "Kozmik Devirler" (Shemittot) kavramını eklemesidir. Buna göre, her kozmik devir, kendine denk düşen Tanrısal niteliklerle uyumlu ayrı birer Tevrat yorumu getirmektedir. Temuna'nın içeriği, Tanrı'nın niteliklerinden "kayra", "yargı" ve "insaf" tarafından yönetilen ilk üç "Shemittot" üzerinde yoğunlaşmıştır. Sonuç olarak, sözü edilen her üç devir ayrı birer Tevrat'a sahiptir ve henüz "yargı" dönemini yaşamakta olan insanlık, Tevrat'ı bir buyruklar ve yasaklar dizisi olarak algılamaktadır. Tevrat'ın Temuna tarafından böyle göreli bir biçimde yorumlanması, XVII. yüz yılda Osmanlı toprakları üzerinde ortaya çıkan ve mesihçi bir akım olan "Sabetaycılık" düşüncesini kuvvetle etkilemiştir. Sabetaycılığın temel kuramı, Tevrat'ın ancak görünürde oratadan kaldırılması ile gerçek amacına ulaşacağı biçimindedir. Temuna'dan kaynaklanan bu kuram, Yahudiliği kesin kuralları olan bir din olarak değil, her farklı devirde ayrı kuralları olan bir inanç olarak görmektedir.

Sefer ha-Zohar

Bazı Kabbalacılar tarafından Tevrat'a rakip olacak ölçüde kutsallık atfedilen ünlü "Sefer ha-Zohar" (Görkemin Kitabı) da ilk olarak İspanya'da ortaya çıkmıştır. Genel olarak, yaratılışın gizemini ve Sefira'ların işlevlerini anlatan Zohar ruh, kötülük ve yaratılış gibi konularda gizemci kavramlar geliştirmektedir. Çoğunluğu Aramîce olan ve XIII. yüz yılda yazılmış olan bu kitap, ezoterik Yahudi Mistisizminin ya da Kabbala'nın klâsik metni olarak değerlendirilmektedir. Yahudi dininde, ezoterik gizemciliğin İ.S. I. yüz yıldan başlayarak işlenmesine karşın, Zohar geleneksel gizemci yaklaşımlara XIV. Yüz yıldan sonra yeni bir canlılık ve hız getirmeyi başarmıştır.

Zohar, yedi ayrı bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerin en geniş olanı, Eski Ahit'in ilk beş kitabı (Tevrat) ile Ruth ve Süleyman'ın Özdeyişleri bölümlerinde yer alan kutsal metinlerin "içsel" (gizemci, simgesel) anlamlarını işlemektedir. Zohar'da, tümü Simeon ben Yohai (İ.S. II. yüz yıl) ve öğrencilerini merkez alan oldukça uzun vaazlar, kısa söylev ve öyküler yanyanadır. Zohar, yazar olarak Simeon'un adını özellikle vermekteyse de, çağdaş araştırmacılar eserin büyük bir bölümünün Moses de Leon (1250-1305) tarafından yazıldığına ikna olmuşlardır. Yine de, elde bulunan metinde bazı eski mistik yazılardan alıntıların kullanıldığı olasılığını göz ardı etmemektedirler.

Luria Kabbalası

1492 Yılında İspanya'dan sürülmelerinden sonra, Yahudilerin dünyanın sonu ve mesihin gelişine dair beklentileri giderek yoğunlaştı ve bunun sonucu olarak Kabbala'ya duyulan ilgi büyük ölçüde arttı.

İşte böyle bir manevi ortamda, XVI. yüz yılda Kabbala'nın tartışmasız merkezi durumuna, gelmiş geçmiş en büyük Kabbalacı olarak kabul edilen Isaac ben Solomon Luria'nın yaşadığı, Galile'deki Safed kenti ulaştı.

"Arslan" (ha-Ari) lâkabıyla da anılan Luria, 1534 yılında Osmanlı topraklarında bulunan Kudüs'te dünyaya geldi. Yaşamı hakkında temel kaynak, yazarı bilinmeyen "Ari'nin Yaşamı" (Toledot ha-Ari) adlı bir biyografidir. Luria'nın ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonra yazılan ve yayınlanan bu yapıt, Luria hakkında gerçek ve hayalî ögeleri rastgele bir araya getirmiştir.

Toledot'a göre Luria'nın babası erkenden ölmüş ve annesi küçük oğlu ile birlikte Mısır'a, varlıklı ailesinin yanına göç etmiştir. Luria, önceleri dinsel bir eğitim almış ve Yahudi hukukunu (Halakha) incelemiştir. Henüz çok genç iken, ünlü hukukçu Isaac ben Jacob Alfasi'nin "Sefer ha-Halakhot" adlı kitabına yorumlar kaleme almıştır. Luria'nın gençliğinde ticaret ile uğraştığı da bilinmektedir.

Kısa süre sonra Luria'nın tüm ilgisi Yahudi mistisizmi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu dönemde herşeyden elini eteğini çekip, amcasının Nil üzerinde bir adada bulunan evinde yedi yıl kadar yalnız yaşamıştır. Erken dönem Kabbalacılarını inceledikten sonra, zamanla tüm araştırmalarını Zohar'a yönlendirmiş, döneminin en ünlü Kabbalacısı olan Cordovero'nun yapıtlarını okumuştur. Luria'nın ilk yapıtı, Zohar'ın bir bölümü olan "Gizlilik Kitabı" (Sifra di-Tzeni'uta) hakkında yazdığı yorum olmuştur. Bu yorum, tümüyle klâsik Kabbala'nın etkisinde olup, ileride Luria Kabbalası diye anılacak olan özgün öğretisinden hiç bir iz taşımamaktadır.

1570 Yılında Luria, Cordovero'nun öğrencisi olmak için Kabbalacı akımın merkezi haline gelmiş olan Safed'e göç etmiştir. Öğrenciliği sırasında, kendisi de yeni bir sistemle Kabbala dersleri vermeye başlamış ve etrafına çok sayıda öğrenci toplamıştır. Bu öğrenciler arasında, sonradan Luria'nın öğretilerini yazıya dökecek olan Hayyim Vital en yeteneklisi olmuştur. Luria'nın Kabbala öğretisi yalnızca ezoterik bir çevreye yönelmişti, araştırma ve derslerine herkesin katılmasına izin vermiyordu. Zamanının çoğunu öğrencilerinin eğitimi için harcarken, geçinebilmek için o dönemdede Safed'de oldukça canlı olan ticaret uğraşını da sürdürmekteydi.

Luria'nın Safed'e geldiği ilk günlerde, Cordovero'nun çevresinde toplanmış bulunan Kabbalacılar, belirli ritüelleri uyguladıkları farklı bir yaşam tarzı geliştirmişlerdi. Örneğin, Şabbat (cumartesi) günlerinde kırlara çıkarak "Sabbath Kraliçesi" adıyla kişileştirdikleri günü kutlarlardı. Luria'nın gelişiyle, bu gezintilere "Kavvanot" (meditasyon) ve "Yihudim" (birleştirme) gibi yeni uygulamalar eklendi. Aslında bu ritüeller, ruhların Mesih'in gelişine kadar içinde yaşamaya mahkum oldukları kirli kabuktan (Kelipot), yani bedenlerinden, manevî olarak sıyrılmayı sağlayan bir tür günahtan arınma eylemleriydi.

Luria'nın kişiliğinin güçlü etkisi, Safed kentine yoğun manevî bir atmosfer, mesihçi bir gerilim ve bir yaratıcılık ateşi getirmişti. İçtenlikle dine bağlılık ve dünyadan el etek çekiş Kabbalacıların yaşam özellikleri haline gelmişti. Safed'de yaşayan herkes, Zohar'ın yorumundan hareketle, Mesih'in 1575 yılında Galile'de ortaya çıkacağına inanmıştı.

Safed'de yaşadığı kısa süre içinde - ölümüne kadar geçen iki yıl süresinde - Luria, Yahudi mistisizmine yeni unsurlar ekleyen, çok yönlü ve verimli bir Kabbala dizgesi kurmayı başardı. Zohar'ın ilk bölümünün bir yorumunu içeren oldukça kısa bir metnin dışında, kendi öğretisini asla kaleme almadı. Luria, 1572 yılının Ağustos ayında bir salgında yaşamını yitirdi.

Bugün Luria Kabbalası diye bilinen, Luria'nın ölümünden sonra Hayyim Vital tarafından derlenerek yazıya dökülen ve Luria'nın öğretilerini içeren oldukça kapsamlı bir kolleksiyondur. Bu yapıt, tüm Yahudi mistisizmini etkileyen yeni bir düşünce akımı oluşturmuştur. Luria Kabbalası, bir yaratılış kuramı ile buna bağlı olarak evrenin giderek yozlaştığı düşüncesini ileri sürer ve özgün uyumu yeniden oluşturmak için pratik bir yöntem önerir. Yaratılış kuramı üç temel kavrama dayanmakyadır: "çekilme" (Tzimtzum), "kapların kırılması" (Shevirat ha-Kelim), "restorasyon, tamirat" (Tiqqun). Sonsuz (En Sof) olan Tanrı, yaratılışa yer açabilmek için, yeni oluşan uzaya yayılan bir ışık biçiminde, kendi içine doğru çekilmiştir. Sonradan bu sonsuz Tanrısal Işık, sonlu kapların içine hapsolmuş ve gerilime dayanamayan kaplar kırılarak, evrene kötülük ve uyumsuzluk yayılmıştır. Artık dünyayı kötülükten arındırma ve hem kozmosu, hem de tarihi kurtarmak için mücadele etmek gereklidir. "Tiqqun" aşamasında, Tanrı'nın krallığı yeniden kurulacak, ilahî parlaklık kaynağına geri dönecek, Tanrısal Işığın en yüksek formu olarak "ilksel insanı" simgeleyen "Adam Kadmon" yeniden doğacaktır. İnsanoğlu bu süreçte önemli bir rol oynamaktadır. Zira dualar sırasında uygulanan çeşitli "kavannot"lar ve sözcüklerin gizli kombinasyonlarının mistik söylenişleri, ilksel uyumun yeniden kurulmasına ve "Tanrısal İsmi" yeniden birleştirmeye yöneliktir.

Luria Kabbalası'nın etkisi büyük olmuştur. Hem XVII. yüz yılda gelişen Sabetay Sevi akımı, hem de XVIII. yüz yılda ortaya çıkan aşırı sofu ve gizemci Hasidizm akımı üzerinde önemli bir rol oynamıştır.

Sabetay Sevi

1626 Yılında İzmir'de dünyaya gelen Sabetay Sevi, genç yaşlardan başlayarak kendini Yahudi mistisizmine, Kabbala'ya kaptırmıştı. Bilincini yitirdiği, coşkulu dönemler yaşıyordu. Güçlü kişiliği ile çevresine bir çok mürit toplamayı başarmıştı. Henüz yirmi iki yaşında iken, Kabbalacı yorumlara dayanarak, kendisinin beklenen mesih olduğunu ilân etti.

Gelişmelerden huzursuz olan hahambaşılık, Sevi'yi İzmir'i terk etmeye zorladı. Sevi önce eski bir Kabbala merkezi olan Selânik'e, sonra Istanbul'a gitti. Başkent'te, saygıdeğer ve ünlü bir vaiz olan Abraham ha-Yakini ile karşılaştı. Yakini'nin elinde Sevi'nin mesih olduğunu doğrulayan Kabbalacı bir kehanet belgesi vardı. Kısa süre sonra Istanbul'dan da ayrılan Sevi, önce Kudüs'e ve sonra Mısır'a gitti. Kahire'de Osmanlı valisinin hazinedarı olan güçlü ve varlıklı Raphael Halebi'yi kendi davasına inandırdı.

Malî destek sağlamış olarak, yandaşlarından oluşan bir maiyet ile Kudüs'e muzaffer bir biçimde geri döndü. Burada, Gaza'lı Nathan adında yirmi yaşlarında bir öğrenci, Yahudi geleneklerinde yer alan "Mesih'in Müjdecisi" rolünü üstlendi. Nathan, coşku içinde, İsrail devletinin yeniden kuruluşunun çok yakında gerçekleşeceğini ve Sevi'nin zaferi ile dünyanın kurtulacağını herkese duyurdu. Nathan, Kabbala hesaplarına dayanarak, kıyamet günü için 1666 yılını bildirdi. Ancak, Kudüs hahamları tarafından tehdit edilen Sevi, 1665 yılında sevinçle karşılandığı İzmir'e geri döndü. Bir kaç yıllık süre içinde, Sabetaycılık akımı hızla güçlenerek Venedik, Amsterdam, Hamburg, Londra ve bazı Kuzey Afrika kentlerine kadar yayıldı.

1666 Yılı başlarında, Istanbul'a giden Sevi, Osmanlı yetkilileri tarafından tutuklandı. 16 Eylül günü Edirne'de Padişah'ın huzuruna çıkarıldı. Önceden ölümle tehdit edildiği için, Sevi din değiştirerek Müslüman olmayı kabul etti. Padişah, Sevi'nin adını Mehmet Efendi olarak değiştirdi ve yüksek bir maaşla kapıcıbaşı görevini verdi. Ancak, bu din değiştirme olayı, müritlerinin çoğunu hayal kırıklığına sürükledi. Zamanla itibarını yitiren Sevi, sürgün olarak gönderildiği Arnavutluk'ta 1676 yılında öldü.

Sevi'yi din değiştirmesine karşın terk etmeyerek etrafında toplananlardan oluşan Sabetaycılık adı verilen akım, Sevi'nin dinsel yetkileri hakkındaki aşırı iddiaları ile sonradan din değiştirerek Yahudi inancına ihanet etmesi çelişkisini giderme çabası içindedirler. Sadık Sabetaycılar, Kabbalacı bir yaklaşımla, Sevi'nin din değiştirmesini mesihliğinin gerçekleşmesi için atılması gereken son adım olarak yorumlarlar. Bu nedenle, önderlerini izleyerek Müslümanlığa geçmişlerdir. Bu dönmeler (din değiştirenler) için, kişinin kendini kalpten Yahudi hissetmesi önemlidir ve görünürde uygulanan Müslümanlığın ve biçimsel eylemlerin değeri yoktur. Zohar'ın Luriacı yorumundan yola çıkarak, bir çeşit "Kutsal Günah" kuramına ulaşan Sabetaycılar, Torah'ın amaçlarının tam olarak gerçekleşmesinin ancak, manevî olmayan eylemler sonucunda Torah'ın görünüşte ortadan kaldırılması ile olanaklı olacağını ileri sürerler.

Hasidism

Eğer engellenmemiş olsaydı, Sabetaycılığın Yahudi dininin sonunu getireceğini ileri süren din tarihçileri bulunmaktadır. Sabetay Sevi'ye odaklanan mesihçi beklentilerin yaratığı düş kırıklıklarına karşın bu akım, yalnızca bazı ileri görüşlü din adamlarının teozofik amaçlarını yanıtlamakla kalmayıp, Talmudistlerin kuru yorumlarıyla yetinmeyen ve yönetici sınıfların sosyo-ekonomik baskısından bunalan Yahudi kitlelerinin gereksinimlerini de karşılamıştır. Benzeri bir durum Litvanya, Belorusya ve Ukrayna topraklarını da içeren Lehistan Krallığı için de geçerli olmuştur. XVIII. Yüz yılda ortaya çıkan ve Luria Kabbalasını kendi düşünsel kuramlarının temeli olarak alan Hasidizm akımı Lehistan'da etkin olmuştur.

Hasidizm, olası en düşük düzeyde bir örgütlenme ile yoğun biçimde propaganda ve vaaz yöntemlerini kullanan, bilgili üyelerden oluşan küçük gruplara dayanan bir kitle akımıdır. Söylentilere göre, Hasidizm akımının kurucusu "İyi Adın Üstadı" (Ba'al Shem Tov - Tanrı'nın dile getiril

================================================================

DÜRZİLER

Dürzilik, Fatımi halifesi Hakim Biemrillah’ı tanrı olarak kabul eden ezoterik bir inanç akımıdır. XI. Yüzyılda Suriye’de ortaya çıkan bu akımın adını kurucularından Ebu Abdullah Muhammed bin İsmail Anuştegin ed-Derezi’ den aldığı ileri sürülmektedir. Kimi araştırmacılar Dürziliği İslam’ın Batıni akımları arasında saymalarına karşın, Sünni şeriatıyla olduğu kadar Şii-Batıni anlayışla da çatışan tarafları vardır.

Dürziler bugün Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün’de dağınık topluluklar biçiminde yaşamaktadırlar. En yoğun olarak yaşadıkları bölge Lübnan’ın dağlık yöreleridir. Dürziler uzun yıllardan beri Lübnan dağının güneyi ile Anti-Lübnan dağlarının batısı arasında kalan; kuzeyde Beyrut’tan güneyde Sur’a ve Akdeniz kıyılarından Şam’a kadar uzanan bölgede oturmaktadırlar. Ayrıca az sayıda da olsa Avrupa, ABD ve hatta Avustralya’da da Dürzi toplulukları bulunmaktadır. Dünya üzerinde toplam sayılarının yaklaşık 350.000 kadar olduğu sanılmaktadır.

Müslümanlar, Dürzileri Müslüman olarak görmezler. Oysa Dürziler kendilerini Müslüman olarak, hatta Müslümanların en doğru inançlısı biçiminde değerlendirirler. Kendilerini “Muvahhidin” (Tanrı’nın birliğine inananlar) olarak adlandırırlar.

DÜRZİLİĞİN KÖKENİ

Dürziler’in ırk olarak kökenleri konusu tartışmalıdır ve oldukça farklı köken kuramları ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre Dürziler’in kökeni Hititler’e ya da Galatlar’a kadar geri götürülür. Bazı araştırmacılar, eski İran kavimlerinden Persler’in ve Medler’in inançları olan Mazdeizm ile Dürzilik arasındaki benzerlikleri kanıt sayarak, Dürziler’in bu kavimlerin soyundan geldiklerini ileri sürerler. Kimi etnograflar ise Dürziler’in Asurlular tarafından sürgün edilmiş barbar bir kavmin devamı olduklarını savunurlar.

Dürziler’in kökeni hakkında bir başka görüş, bunları Fenikeliler ile ve özellikle Eski Ahit’te I. Krallar 5:6’da sözü edilen ve Süleyman Tapınağı’nın yapımı sırasında Lübnan dağlarından kereste sağlayan Sayda'lı işçilere bağlamaktadır. Uzun yıllar boyunca Lübnan’da yaşamış olan Haskett-Smith, “The Druses of Syria” (Suriye Dürzileri) adlı yapıtında: “Dürziler, kendilerinin Süleyman Tapınağı’nı yapanların torunları olduklarını ileri sürüyorlar; oysa Eski Ahit ve Yahudi tarihi hakkında bilgileri pek sınırlı” diye belirtmektedir.

Dürziler, kendilerini Arap ırkından sayarlar. Dürzilerin kökeni konusunda en çok yandaş toplamış olan görüş, Dürziler’in Yemen’deki Süryani kökenli Araplar oldukları biçimindedir. Bu görüşe göre Dürziler, büyük bir sel felaketinden sonra Yemen’den ayrılarak kuzeye göç ettiler. İslam’ın yayılması sırasında bu yeni dini benimseyerek, Lübnan’ın dağlık yörelerini yurt edindiler.

Dürziler’in kökeni hakkında Batı’da geliştirilmiş olan bir söylenceye göre Dürziler, Haçlı Seferleri sırasında Lübnan dağlarına yerleşmiş olan Dreux Kontu ve adamlarının soyundan gelmektedirler. Bu topluluğun torunları kendi dil ve dinlerini tümüyle yitirmişlerdir. Dürzi sözcüğünün kökeni de Dreux’den türemiştir.Söylenceye göre, XII. yüzyılda yörede kalıp, memleketlerine dönemeyen bu Haçlılar, Müslümanların baskısı karşısında Comte de Dreux’nün komutası altında dağlara çekilmişler ve yerliler ile evlenerek ayrı bir topluluk oluşturmayı başarmışlardır. XVII. Yüzyılda bu söylence daha da geliştirilmiş ve Dürziler’in başında bulunan Emir II. Fahreddin’in Lorraine hanedanı ile kan bağı bulunduğu ve bu yolla ilk Kudüs Haçlı Kralına bağlandığı ortaya atılmıştır. Fahreddin’in 1613-1618 yılları arasında Floransa ve Paris’te kaldığı, hem Medici hanedanı hem de Fransa Kralı XIII. Louis ile Osmalılar’a karşı ittifak kurduğu bilinmektedir.

Dürziliğin inançsal kökeni Mısır’daki Fatımi devletine dayanmaktadır. Araştırmacılar Dürziliğin tarih sahnesine çıkışını, Fatımi halifesi Hakim Biemrillah’ın kendisinin tanrı olduğunu ileri sürdüğü 1017 yılı olarak kabul ederler. Bu yıl Dürzilerce takvim başlangıcı biçimde değerlendirilir. Hakim’in veziri olan Hamza bin Ali, Hakim’in tanrılığına dayanan bu yeni inancı yaymak görevini üstlenir ve Hakim’in imamlığını ve tanrılığını savunan iki risale kaleme alır. Bu risalelerde Allah’ın yedi imama hulul ederek insan biçimine büründüğünü, Hakim’in özünde Allah’ı bulunduran son imam olduğunu iddia eder. Hamza, Hakim’in tanrılığının yanısıra, kendisinin de peygamber olduğunu ortaya atar. Hamza bu yeni inançları yayması amacıyla Anuştegin ed-Derezi’yi Suriye’ye gönderir. Anuştegin, Suriye ve civarında yaptığı propagandalarda oldukça başarılı olur. Diğer taraftan 1020 yılında Hamza, Kahire’de bir camide inançlarını açıkça duyurur ve bunun üzerine Hamza karşıtı büyük bir ayaklanma başlar. Hamza, bir süre Hakim tarafından korunur ve sonra ortadan yok olur. Halife Hakim ise, giderek genişleyen ayaklanma karşısında özellikle Fustat kentine karşı müthiş bir intikam hareketine girişir. Ne var ki tam bu sırada halife Hakim de 23 Şubat 1021 gecesi esrarengiz biçimde ortadan kaybolur. Hakim ve Hamza’nın yandaşları Mısır’ı terketmek ve Suriye’de Anuştegin ed-Derezi tarafından oluşturulan topluluklara katılmak zorunda kalırlar.

Zamanla güçlenen Dürziler, Haçlı Seferleri sırasında İsmaililer ile birleşerek İslam ordularına karşı Hıristiyanların yanında yeralırlar. Ancak bu dönemde o yörede yaşayan İsmaililer ile Dürziler arasındaki ilişkiler hakkında açık bir fikir edinmek olanaklı değildir. Bir çok araştırmacı bu iki mezhebi birbirine karıştırmıştır. Kesin olarak bilinen her iki mezhebin de Haçlı Seferlerinin sonuna kadar Hıristiyanların müttefiki olarak kaldıklarıdır.

Haçlı Seferlerinden sonra yörede varlıklarını sürdüren Dürziler, Kaysiler ve Yemanilerdiye iki kola ayrıldılar. Yemaniler Mercidabık savaşında (1516) Osmanlılar’ın yanında yeraldı. Daha sonraki yıllarda sık sık çıkardıkları ayaklanmalar ve kargaşalıklarla Osmanlı İmparatorluğundaki sorunlu topluluklardan biri olma özelliklerini sürdürdüler. Birinci Dünya Savaşı sırasında diğer Arap kabileleri gibi Osmanlılar’a karşı harekete geçtiler ve Fransız işgali sonucu (1918) Osmanlı yönetiminden ayrıldılar. Fransızlar Dürziler’in yaşadıkları yörede özerk “Cebel-i Dürz Emirliği”ni kurdular (1921). Dürzi Emirliği 1936 yılında kaldırıldı ve Dürziler’in bir kısmı Suriye’ye bir kısmı Lübnan’a bağlandı.

DÜRZİ İNANÇLARI

Dürziliğin inançsal temeli Hamza bin Ali tarafından oluşturulmuştur ve dört temel ilkeye (farz) dayanır.

1. Hakim’i Allah Bilmek: Hakim, hem Allah hem de insandır (Lahut-Nasut). Bu iki nitelik birbirinden ayrılmayacak ölçüde içiçe geçmiştir. Allah’ın tüm işleri anlamlı ve bilgecedir. İnsan aklı O’nu ve işlerini kavrayıp tanımlayamaz. Allah, bir çok kez insan biçiminde zuhur etmiştir; en son olarak Hakim biçiminde kendisini göstermiştir. Kötülükler ve bozukluklar ortadan kalktığında gizlendiği yerden bir kez daha ortaya çıkacak, Dürzileri ödüllendirip inançsızları cezalandıracaktır.

2. Emri Bilmek: “Kaim al-Zaman” olarak da adlandırılan emir, Hamza bin Ali’nin kendisidir. Hamza, Allah’ın ilk yarattığı, ilk cevheridir. Evren ve tüm diğer varlıklar ondan yaratılmıştır; bu nedenle Hamza, yaratıkların en onurlusu ve Allah’ın elçisidir. Dünya ve Ahiret işlerini yöneten, ceza ve ödül veren odur. Allah’ın öz nurundan yaratıldığı için, imamların imamı olup, kıyamet gününde sevap ve ikab onun eli ile yapılacaktır. Yer, içer, el ile tutulur. Babası ve anası vardır. Karısı ve çocukları yoktur. O, nedenlerin nedeni ve tümel akıldır(Akl-i Külli).

3. Hududu Bilmek: Tanrısal emirleri öğreten ve yayanlara “Hudud” denir. Hudud’un başı Hamza’dır ve onunla birlikte sayıları beşe ulaşır. Bunlara “Vezir” de denilir. Hamza’dan sonra gelen dört hudud yaratıkların en onurlularıdır, evlenmedikleri gibi her türlü günahtan uzaktırlar. Bunlar dışında hudud sayılan üç grup daha vardır: “Dai”ler, “Mezun”lar ve “Mukassir”ler.

Dinin önderleri diye adlandırılan “hudud” aslında beş tanrısal ilkeyi temsil etmektedir. Beş Dürzi önderin de kişiliklendirilen bu beş ilkeden ilki erkek ilke olan Evrensel Akıl’dır ve Tanrı’nın ilk yarattığı varlık olan Hamza bin Ali tarafından temsil edilir. İsmail bin Muhammedtarafından kişiliklendirilen ikincisi Evrensel Ruh’tur (Nefs) ve dişi ilkedir. Bunların ikisinden, Muhammed bin Vehb’te kişiliklenen, Söz (Logos) türemiştir. Söz ve Evrensel Ruh’tan üreyen ve Selame bin Abdullah’da kişilik kazanan dördüncüsü ise Sağ Kanat (el-Cenahu’l-Eymen) ya da Yöntem’dir. Sağ Kanat’tan aynı biçimde üreyen ve Bahaeddin Muktena’da kişiliklenen Sol Kanat (el-Cenahu’l-Yesar) ya da İzleyen beşincileridir. Bunlar, aynı on sefirotun Kabalacılar’ın gizem ağacını oluşturması gibi, Dürziliğin dinsel hiyerarşisini oluştururlar. Büyük olasılıkla Dürziler bu kavramları Kabalacılar’dan almışlardır.

Dürzilerin kutsal simgesi beş köşeli bir yıldızdır. Bu yıldızın her bir köşesi ayrı renkte olup, beş hududu ve onların niteliklerini temsil eder:

Yeşil: Gerçeğin anlaşılması ve kavranması için gerekli olan “Akıl” dır. Allah’ın iradesini temsil eder.

Kırmızı: “Nefs”dir ve varlığın sınırlarını belirler. Akla yardımcıdır.

Sarı: Gerçeğin en yalın ifadesi olan “Söz”dür. İlk ikisine yardımcı olmaktadır.

Mavi: “as-Sabik”tir. İradenin düşünsel gücünü temsil eder. Söz’e yardımcı olmak ve onu her türlü kötülükten koruyarak, evreni uyum ve düzen içinde tutmak üzere yaratılmıştır.

Beyaz: “al-Tali”dir. Mavi’nin gerçekleşmesi ve gücün maddeleşmesidir.

4. Vasiyetlere Uymak: Bazı ahlak kurallarından oluşan ve “Hasıl” da denilen vasiyetlere uyulması zorunludur. Bu kurallar:

o                                            Doğru sözlü olmak (Sıdk al-Lisan).

o                                            Kardeşlik, mezhep üyelerini koruma (Hıfz al-İhvan).

o                                            Önceki tüm ibadetlerin ve dinsel inançların terk edilmesi.

o                                            İblis’ten ve tüm kötülerden uzak durmak.

o                                            Hakim’in tek tanrı olduğuna inanmak (Tevhid al-Hakim).

o                                            Hakim’in buyruk ve eylemlerine boyun eğmek.

o                                            Hakim’in iradesine teslim olmak.

Öğretileri şu şekilde özetlenebilir: Yalnızca tek bir Tanrı vardır. O, bilinmez ve bilinemez, tahayyül edilemez. Yalnızca O’nun varlığını, varolduğunu doğrulayabilir ya da bilebiliriz. Tanrı insan biçiminde dokuz kez görünmüştür. Bunlar, bedenlenme (incarnation) biçiminde değildir, zira Tanrı bir bedene gerek duymaz, bu belirmeler daha çok bir insanın elbise giymesi gibi Tanrı’nın beden giymesi tarzında olmuştur.

Dürziler’de bilgeliğe yalnızca belirli bir dinsel eğitimi tamamlamış olan seçkin kişilerce ulaşılır; bunlara “akıllılar” anlamına gelen “Ukkal” denir. Bunlar başlarına beyaz sarık sararlar ve kendi aralarında özel toplantılar düzenlerler. Dürzilikte “Ukkal”in uygulamakta olduğu dokuz dereceli bir hiyerarşik yapılanma bulunmaktadır. İnisiyasyonun ilk yılında deneme süresini tamamlayan aday asıl üyeliğe kabul edilebilir. Çıraklık devresini tamamlayan Dürzi’nin ancak ikinci yılda inancının simgesi olan beyaz sarık takmasına izin verilir ve mezhebin tüm gizem törenlerine katılmaya hak kazanır.

Çoğunluğu oluşturan diğerleri Dürzi inançlarının yalnızca sınırlı bir bölümünü bilirler ve bunlara da “cahiller” anlamına gelen “Cuhhal” denilir. Bunlar ancak herkese açık ibadet yerlerinde buluşurlar. Böylelikle iki katlı bir inançsal yapıya sahip olan Dürzilik, kendine özgü bir ezoterik yapı ortaya koymaktadır. Bu tür iki katlı inançsal yapıların özellikle Manicilik, Bogomiller, Paflikyanlar ve Batı’da Katharlar’da bulunduğu bilinmektedir.

Dürzilerin inançsal ilkelerinin yalnızca bir tür inisiyasyondan geçmiş kendi mezhep üyelerine açıklanan gizler olması nedeniyle, inanç ve öğretileri tam olarak bilinmemekle beraber Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet karışımı bir uzlaşımcı sentez gibi değerlendirilmektedir.

Tapınmaları gizli olduğundan törenleri hakkında güvenilir bilgilere sahip değiliz. Yüksek ağaçlıklar arasında veya dağların tepelerinde gizlenmiş kutsal yapılarında hemen hiç süsleme yoktur. Belirli bir ritüelleri ve okudukları bir duaları da yoktur, ama törenler sırasında ilahiler söyler ve kutsal kitapları okurlar.

Son olarak, sanki gizli bir örgüte benzerliklerini tamamlamak için, Dürziler’in birbirlerini tanıyabilmek amacıyla benimsedikleri işaret ve şifreler olduğunu ve bunların karşılıklı olarak alınıp verilmemesi halinde gizemlerine dair tek sözcük etmedikleri bilinmektedir.

TAMPLİYELER VE DÜRZİLER

Haçlılar’ın Kutsal Topraklar’da egemen oldukları dönemde, Tampliyeler’in karşılaştığı Doğu’ya özgü birçok gizemci inanç akımlarından biri de Dürzilik’tir. Dürziler’in inanç sisteminin ve ezoterik uygulamalarının Tampliyeler’i etkilediği sıkça ileri sürülen bir savdır. Bu sava göre Tampliyeler, daha sonra Avrupa’ya aktarılan ve zamanla Masonluk sistemine yerleşen bir takım inanç ve geleneklerinin esinini Dürziler’den almışlardır.

Tampliyeler’in Dürziler ile bağıntısının hem tarihsel hem de geleneksel bir takım kanıtları olmakla beraber, bunun Masonluk ve Tampliyeler üzerinde ne gibi etkileri olduğu konusunda yalnızca varsayımlarda bulunulabilir.

Leonard W. King’in Gnostikler ile ilgili yapıtında ileri sürdüğüne göre: “Mısır halifesi Hakim’in mezhebin kurucusu olduğu ileri sürülmesine karşın Dürziler’in, Procopius’un VI. yüzyılda Lübnan ve Suriye’de hızla çoğaldıklarını söylediği Gnostik mezheplerin kalıntıları olmaları daha akla yakındır. Komşuları arasındaki yaygın kanıya göre Dürziler, dana şeklindeki bir puta tapınmakta ve gizli toplantılarında Roma döneminde Ophitler’e (yılanı kutsallaştıran ve ona tapan bir tarikat), Ortaçağda Tampliyeler’e ve çağımızda da Masonlar’a atfedilen törenler yapmaktadırlar.”

Bu görüşün başka yazarlarca da onaylandığı görülüyor. Ancak King’e göre, önemli ve ilginç olan nokta: “Dürziler’in kendi önderlerinin İskoçya’da gizlendiğine inanmalarıdır”. Kuşkusuz bu, Tampliyelerin o yörede çok güçlü oldukları dönemlerden kalma bir inanıştır.

==============================================================

HURUFİLİK

Hurufilik, kimi araştırmacılara göre ayrı bir din, kimilerine göre bir mezheptir ya da yalnızca bir tarikattir. Ne var ki tüm araştırmacılar Hurufiliğin harflere olan özel ilgisi üzerinde birleşirler. Zaten bu akımın çeşitli yapıtlardaki tanımları doğrudan Hurufilik’in bu niteliğini vurgulamaktadır. Örneğin Orhan Hançerlioğlu’nun “Felsefe Ansiklopedisi”nde Hurufilik, “harflerden dinsel anlamlar çıkaran İran içrekçiliği (ezoterizmi)” olarak tanımlanmaktadır. Britannica’da yer alan tanım da “harf ve rakamların çeşitli yorumlanmaları üzerine kurulu bir inanç dizgesi” biçimindedir. Zaten “huruf” sözcüğü harf sözcüğünün çoğuludur. Hurufilik, harflere olan özel eğilimi dışında, ikinci bir özelliği ile de ilgi çekmektedir, o da “içrekçi” yani “batıni” (ezoterik) oluşudur.

Bu durumda Hurufilik olarak bilinen bu inanç akımını iki temel nitelik altında değerlendirmek gerekmektedir: Ezoterizm ve Harfler. Harflerden dinsel anlamlar çıkaran her inanç akımı Hurufilik ile ilgili olmadığı gibi, ezoterik nitelikli akımların tümü harflerin anlamları ile ilgilenmez. Hurufilik, bir yandan harfler ve harfler ile bağlantılı olarak rakamlarla ilgilenmekte, diğer yandan bunların yardımıyla ve bunlara dayanarak açıklanan, savunulan ezoterik inançları işlemektedir.

Hurufiliğin Öncülleri

Harfler bizi doğrudan yazıya götürmektedir. Harf ve rakamların yorumlanması ve aralarında çeşitli özel ilişkiler kurulması ve böylelikle görünen amaçlarının ötesinde anlamlandırılmaları tüm eski kültürlerde görülen ve neredeyse yazının tarihiyle aynı zamanda başlamış bir uğraştır.

Bu çabanın ilk örneği Pythagoras’ın öğretiler dizgesinde bulunur. Bu dizge, varoluş sorunlarının felsefi araştırması amacıyla oluşturulmuş bir inanç akımı çerçevesinde geliştirilmiş ve ünlü Pythagoras kuramı da bu dizgenin bir yan ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İ.Ö. 500 yıllarında ortaya çıkan Pythagoras dizgesi, geliştirdiği müzik kuramı ile birlikte ele alınınca ses, dil, sayılar ve harfler aracılığıyla evreni açıklamayı amaçlayan bütüncül bir yapıya ulaşabilmiştir. Kendisinden önce gelen Mısır, İran ve Hint tekniklerini kullandığı sanılan bu dizge, daha sonraki harfçilerin sık sık başvuracağı temel yöntemleri geliştirmiştir.

Harfçiliğe tarihsel olarak ikinci örneği oluşturan “Kabbala”, Hurufiliğin amacına pek benzer bir amaç taşımakta, harf ve sayıların gizemini çözerek Tevrat’ı yorumlamayı hedeflemektedir. Kabbala’nın yorumuna göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (Sefirot) biçiminde dışsallaştırarak evreni yaratmıştır. Kabbala’nın yaratılış ile ilgili bu savında yer alan hemen her unsuru, İslam ezoterizminde ve dolayısıyla Hurufilik ve onun etkisi altındaki “Bektaşilik”te benzer biçimde bulmak olanaklıdır.

Harfçilik ve etkilerinin İslam’da ne zaman ortaya çıktıkları konusu oldukça tartışmalıdır. İslam harfçileri için uygun koşulları, Kur’an’da bazı surelerin başında birbirinden ayrı ve anlamsızmışçasına yer alan ve “Huruf-u Mukatta’a” diye adlandırılan harfler sağlamıştır.

Yaşar Nuri Öztürk, “Tarihi Boyunca Bektaşilikadlı kitabında bu konuda şunları belirtmektedir: “Şunu da söyleyelim ki, bu harf kümelerine muhtelif ve çoğu kez esrarlı manalar verme işi, sahabiler devrinde başlamıştır…Hatta Hz. Ali’nin: “Kur’an Fatiha’dan, Fatiha Besmele’den, Besmele Ba harfinden ibarettir. Bense o Ba harfinin altındaki noktayım” sözü çok ünlüdür.”

İslam’da “Kutsal Metinlere” harf düzeyinde yorum getirme çabasının ilk örneği X. yüz yılda Hallac-ı Mansur’da görülür. Mansur, Kur’ana sözcük anlamlarına bakarak "Yorum" getiren (Te’vil) Karmatiler’in bir propogandacısıydı. (Karmatilik, IX. Yüz yılda dinsellikle bağdaştırılmış, sosyo-ekonomik temelli ezoterik bir akımdır.) Mansur, divanında ve “Kitab al-Tavasin” adlı eserinde harfler ve sayıların “gizli anlamlarına” değinen ilk İslam harfçisidir. Evreni ve Tanrı’yı insanda görmenin bir sonucu olarak ilk kez “Enel-Hakk” diyen Mansur olmuş ve bu sözü nedeniyle 922 yılında idam edilmiştir.

İslam’da harfçiliğin ikinci önemli örneğini Endülüslü düşünür Muhyiddin-i Arabi (1165-1240) oluşturur. Endülüslü Yahudi düşünürlerin ve Kabbalacıların etkisinde kalarak “El-Fütuhat El Mekkiye” adlı yapıtında harfçiliğin bir çok örneğini sergilemiştir.

Fazlullah Esterabadi

Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanan Hurufiliği bir inanç sistemi olarak kuran kişi Şihabuddin Fazlullah Esterabadi’dir. 1340 Yılında doğan Fazlullah, genç yaşta teoloji ile ilgilenmeye başlamış, on sekiz yaşındayken tasavvufa yönelerek hacca gitmiştir. Dönüşünde Harezm’e gelmiş ve bir süre burada kaldıktan sonra Tebriz’e geçmiştir. Burada etrafına topladığı kişilerle yaptığı dini sohbetler sayesinde büyük saygınlık kazanmıştır. 1386 Yılından başlayarak Isfahan’da kendi sistemini yaymaya başlamış, daha sonra uzun bir süre için bir mağarada inzivaya çekilmiştir. Bu dönemde kendisinin “Mehdi” olduğunu ileri sürmüştür. Çevresinde yedi kişilik bir çekirdek kadro oluşturmuş, bu yedi kişinin çabaları sonucunda yeni inanç hızla yayılmaya başlamıştır. Kısa sürede çeşitli toplumsal kesimlerden kişiler yeni akımın çevresinde toplanmaya başlamıştır.

Fazlullah’ın kendi sistemini yaymaya çalıştığı ortam bu tür akımlar için pek elverişlidir. Bu yöre Mazdeizm ve Karmatilik gibi bir çok ezoterik akıma kaynaklık etmiştir.

Fazlullah hakkında bilgi içeren her kaynak, onun Tanrılığını ilan ettiğini söylemektedir. Ancak bunu nasıl gerçekleştirdiğini belirtmemektedirler. Bu ilan sadece “Enel-Hakk” biçiminde yapılmış olabilir. Aynı yörelerde Hallac-ı Mansur’un oldukça tanındığı dikkate alınırsa, en güçlü olasılık bu ilanın “Enel-Hakk” formülüne dayanmasıdır.

Fazlullah, yarısı farsça ve yarısı da Esterabad lehçesi ile yazılmış olan “Cavidan-ı Kabir” adlı bir eser ile adının “İskendername” olması olası bulunan farsça bir manzume kaleme almıştır. Ayrıca “Arşname” ve “Muhabbetname” adlı kitapları da vardır.

Yeni sistemin yaygınlaşması egemen çevrelerde rahatsızlıklar yaratır. Timur’un oğullarından Miranşah’ın buyruğu ile Fazlullah tutuklanır ve hapsedilir. 1394 Yılında Alıncak kalesinde öldürülür; cesedi ayaklarına bağlanan bir iple çekilerek ibret olsun diye dolaştırılır. Fazlullah’ın çevresindekiler kovuşturmalara uğrar.

Hurufi önderlerinden Ahmed Lur’un 1427’de Şahruh’a karşı bir suikast eylemine girişmesinden sonra, müritlerden bir çoğu yakalanıp öldürülmüş, hatta cesetleri bile yakılmıştır. 1467’de ise Karakoyunlu hükümdarı Cihanşah’a karşı bizzat Fazlullah’ın kızının önderliğinde bir ayaklanma hareketi şiddetle bastıtılmış ve isyanın önderi beş yüz kadar taraftarı ile yakalanıp idam edilmiştir.

Bu olaylar üzerine Hurufiliğe bağlı kişiler bir çok ayrı yöne dağılarak, görüş ve inançlarını beraberlerinde götürmüşlerdir.

Hurufilik Anadolu’da ve Rumeli’nde

Hurufiler’in büyük çoğunluğunun Anadolu’ya sığındıkları biliniyor. Özellikle Sivas, Eskişehir ve Batı Anadolu’nun bazı kent ve kasabaları kısa zamanda kimliklerini çok iyi gizleyen Hurufi propagandacılarla dolmuştur. Hurufiler, buradan Rumeli’ne geçerek Arnavutluk’ta, Filibe ve Varna gibi Balkan önemli kentlerinde eylemlerini sürdürdüler. Bazı tasavvuf cemaatlerine sızarak, kendilerini gizlemeyi ve inançlarını yaymayı başardılar.

Abdülbaki Gölpınarlı “Hurufilik Metinleri Katalogu” ve “Fadl Allah Hurufi” adlı yapıtlarında Hurufiliğin Anadolu’da Mir Şerif ve özellikle büyük Azeri ozanı İmadeddin Nesimi tarafından yayıldığını belirtiyor. Gölpınarlı, Mir Şerif'in Anadolu'ya Fazlullah’ın eserleri başta olmak üzere bir çok Hurufi kitapları getirdiğini, Fazlullah’ın önde gelen halifelerinden Nesimi’nin geniş boyutlu bir propaganda yürüttüğünü, hatta bir ara Ankara’ya kadar gelerek Hacı Bayram-ı Veli ile görüştüğünü söylüyor. Anadolu’da pek çok yer dolaşan ve uzun süre kalan Nesimi’nin bir çok kişiyi Hurufiliğe kazandırdığı kesindir. Bu kişilerin sonradan sistemli ve etkin bir propaganda yürüttükleri, Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı sarayına kadar girmiş olmalarından anlaşılabilir.

Taşköprülüzade’nin “Şakayık-ı Numaniyeadlı eserine bakılacak olursa, Fazlullah’ın halifelerinden biri Edirne’deyken genç Fatih’i etkileyecek kadar başarılı olmuş, hatta bazı müritleri ile saraya yerleşmiştir. Durumdan oldukça rahatsız olan Veziriazam Mahmud Paşa ile müftü Molla Fahreddin-i Acemi, Hurufiler’in “Hulûl” inancına (Tasavufta Hulûl, Tanrı’nın yarattıklarında meydana çıktığına inanmak demektir) sahip oldukları konusunda genç Padişahı uyarabilmişlerdir. Fatih’in huzurunda yapılan bir tartışma sonunda Hurufiler’in gerçekten “Hulûl” inancına sahip oldukları kanıtlanmış ve bunun üzerine Sultanın buyruğu ile Hurufiler tutuklanmış ve idam edilmişlerdir. Edirne’deki Yeni Cami’de Fahreddin halkı Hurufiliğe karşı uyarmış, uygulamalarını ve inançlarını anlatmıştır.

Bu olayla birlikte Osmanlı topraklarında Hurufiler’in yüz yıllar boyunca sürecek kovuşturma ve cezalandırılmaları başlamış oldu. XVI. Yüz yıla ait belgeler, özellikle Balkanlar’daki çeşitli kentlerde sık sık Hurufi kovuşturmalarının yapıldığını, pek çok Hurufinin yakalanarak idam edildiklerini, cesetlerinin yakıldığını ortaya koymaktadır. Bu kayıtlarda belirtilen kişilerin, doğrudan Hurufi olmasalar da, Hurufilik’ten etkilenen çeşitli inanç akımlarına bağlı kişiler oldukları kesindir. Bu akımlar arasında başta “Kalenderiler” gelmektedir. Şiddetli ceza ve baskılara karşın, çeşitli tasavvuf çevrelerine bağlı olup, Hurufilik propagandasını yapan pek çok kişinin bulunduğu, özellikle XVI. Yüz yılda Balkanlar’da tanınmış olan Otman Baba, Rafii ve Usuli gibi ozanların varlığı dikkati çekiyor. Bu kişileri daha sonra yaşamış olan Hayreti, Muhiti, Yemini, Muhyiddin Abdal ve Arşigibi önde gelen Kalenderi ve Bektaşi ozanları izlemiştir.

İshak Efendi “Kaşif el-Esraradlı kitabında, Fazlullah’ın halifelerinden Ali el-Ala’nın propaganda yapmak üzere Anadolu’da etkinlik gösterdiğini, XV. Yüz yılın başlarında Bektaşi tekkelerine girdiğini ve Hacı Bektaş’ın fikirleriymiş gibi Fazlullah’ın düşüncelerini yaydığını belirtir. Bu sav, Bektaşi fikirlerinde Hurufiliğin etkisinin bulunduğu göz önüne alınırsa, doğru kabul edilebilir. Şiddetli kovuşturma ve baskı altındaki Hurufiler, Bektaşilerin arasında karışarak varlıklarını korumayı başarmışlardır.

Gölpınarlı’ya göre, farklı namazları ve Fazlullah’ın öldürüldüğü Alıncak Kalesinde yapılan hac törenleri ile sıradışı uygulamaları olan Hurufilik, bir süre sonra bağımsızlığını yitirmiş, sonradan özellikle Alevi-Bektaşiler’e ve kısmen de diğer tarikatlere inançlarını aktararak tarihe karışmıştır.

Hurufi İnançları

Hurufiliğe göre, varlığın özü sesten oluşur. Evren, sesin ortaya çıkması ile var olmuştur. Özü oluşturan ses, canlılarda eyleme dönük (bilfiil), cansızlarda gizilgüç (bilkuvve) olarak vardır. Ses, canlılarda istem ve istekle ortaya çıkar.

Tanrı gizli bir hazinedir (Kenz-i Mahfi). Tanrı’nın ilk belirişi “Söz” (Kelam) ile olmuştur. “Söz” ilk nedendir ve Tanrı’nın soyut bir İç Konuşması” (Kelam-ı Nefsi) niteliğindedir. Kesin bir gerçek olarak görülen bu soyut söz, bazı öğelere ayrışır ve bu öğeler biçiminde dışsal bir nitelik kazanır. Aslında sözün ayrıştığı bu öğeler Arap alfabesinin yani Kur’an’ın 28 ve Fars alfabesinin 32 harfidir. Söz bu dış öğeleri edinince, soyut durumunu yitirerek, “Söylenmiş Söz” (Kelam-ı Melfuz) biçimine dönüşür. Söylenmiş sözün birleşik görüntülerinden duygu ve bilinç evreni meydana gelir. Hurufiler, evrenin sonsuzluğuna ve sürekli döngüsel devinimine, bu devinimden doğal olayların oluştuğuna inanırlar.

Tanrı, kendisini insanın yüzünde “söz” biçiminde görünür kılmıştır. Sözün öğelerinin sayısal bir değeri vardır. İnsan yüzündeki burun elif”, burnun iki yanı lam”, gözler de “he” harflerini verir. Böylece insanın yüzünde simetrik yazılmış iki Allah sözcüğü ortaya çıkar. İnsan yüzünde ayrıca çeşitli hatlar vardır: iki kaş, dört kirpik ve saçtan oluşan yedi çizgiye Ana Hatlar” (Hutut-ı Ümmiye) denir ve her insan yüzünde bu çizgilerle doğar. Bu yedi çizginin dört öğe (ateş, su, hava ve toprak) ile çarpımı Arap alfabesinin 28 harfini verir. Ayrıca erkeklerde ergenlikte ortaya çıkan yedi çizgi daha vardır. Bunlar sağ ve sol yanlar ayrı ayrı sayılmak üzere iki sakal, iki bıyık, iki burun kılı ve bir çene altı kılı olarak toplam yediye ulaşır ve Baba Hatlar” (Hutut-ı Ebiye) adını alır. Böylece yetişkin bir erkeğin yüzündeki çizgilerin sayısı on dörde ulaşır. Bu çizgilerin kendileri ve bulundukları yerler (Hal ve Mahal) olarak hesaplanması yine 28 harfi verir. Fazlullah, bu sayıyı 32’ye çıkartmış ve Fars alfabesindeki harf sayısına ulaştırmıştır.

Bu konuda Hurufiler şöyle bir açıklama da yapmaktadırlar: Tanrı’nın kendisini peygamberler aracılığı ile açıklaması aşamalar biçiminde olmuştur. Evrenin temel öğeleri olan harflerin her peygambere giderek artan sayıda bildirilmesi doğaldır. Nitekim Adem’e 9, İbrahim’e 14, Musa’ya 22, İsa’ya 24, Muhammed’e 28 ve son peygamber olan Fazlullah’a 32 harf malum olmuştur. Bu peygamberlerden son dördüne bildirilen öğelerin sayısı, her birine indirilen kitapların yazılmış oldukları dilin alfabesindeki harf sayısı kadardır. Bunlar İbranice’de 22, Yunanca’da 24, Arapça’da 28 ve Farsça’da 32’dir. Bu aşamalar nedeniyle son peygamber Fazlullah’ın kendisinden önceki peygamberlerin bildikleri herşeyin anlamını çözecek anahtara sahip bulunduğu aşikardır.

Kur’an’ın gizi 29 surenin başlarında bulunan Huruf-u Mukatta’a”da gizlidir. Bu harfler yinelenmelerin sayılmaması durumunda 14 tanedir (elif, lam, re, kaf, hı, ye, ayın, sad, te, sin, he, mim, kef, nun) ve bunlar anlamı açık ve kesin (Muhkemat) olarak kabul edilirler. Arap alfabesinin kalan 11 harfi ise anlamı belirsiz ve yorumlamaya açık (Müteşabih) biçimde değerlendirilirler. Asıl Tanrı sözü, Muhkemat’tan oluşan 14 harftir ve bunlar kendilerini insanın yüzünde gösterirler.

Hurufiler’e göre evrenin üç temel dönemi vardır: peygamberlik (Nübüvvet), imamlık (İmamet) ve tanrılık (Uluhiyet). Peygamberlik dönemi Adem ile başlamış ve Muhammed’de sonra ermiştir. İmamlık dönemi Ali ile başlamış ve on birinci imam Hasan Askeri ile bitmiştir. Fazlullah ile tanrılık dönemi başlamıştır. Tüm peygamberler Mehdi” olan Fazlullah’ın habercisi ve müjdecisidirler. Fazlullah’tan sonra gelecek olan “Yetkin İnsan” (İnsan-ı Kamil) Fazlullah’a uymak zorundadır. Fazlullah Musevilerin beklediği Mesih, Hıristiyanlar ve Müslümanların gökten inaceğine inandıklarıİsadır. Fazlullah, gökten inmiş ve kıyamet kopmuştur, dünya ahiret bir olmuştur. Bu nedenle ahiret yoktur. Gerçek ortaya çıkmış ve tüm dinsel yükümlülükler kalkmıştır. Böylece Hurufiler tüm ibadetleri harfler ile yorumlayarak iptal ederler ya da değişik biçimde uygularlar. Örneğin hac, Fazlullah’ın öldürüldüğü yeri ziyaret etmektir. Şeytan taşlama ise, Fazlullahı öldüren ve “Maran Şah” (Yılanlar Şahı) dedikleri Timur’un oğlu Miranşah’ın yaptırdığı Senceriye Kalesi’ni taşlamaktır.

Reha Çamuroğlu, "Sabah Rüzgarı" adlı kitabında şunları belirtmektedir:

Hurufiliğin uyguladığı sayı ve harf oyunlarının asıl hedefinin inançsal olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Hurufilik’te amaç tüm o sayı ve harfler arasından insana, insanın konuşmasına, kendini açıklamasına ve bilinçlenmesine ulaşma çabasıdır. İnsan, belirli sayıdaki harflerle konuşmaktadır. İnsan, bu harfler aracılığı ile oluşturduğu dil sayesinde bir simgesel evren kurmakta ve böylece Tanrı’yı bulmakta, var etmektedir. Hurufilik’te ulaşılan bir nokta da konuşan insana, yazıya bağlanmış ve kaydedilmiş kutsal metinler karşısında üstünlük tanımaktır. İnsan Konuşan Kur’an”dır (Kur’an-ı Natık), kağıda geçirilmiş Kur’an ise “Sessiz Kur’an”dır (Kur’an-ı Samit). “Konuşan Kur’an” her an yenilenir, değişir ve kalıplaşmadan yaşar. “Sessiz Kur’an” belirli bir anda kaydedilmiş bir metindir. Tüm heterodoks düşüncelerde olduğu gibi Hurufilik’te de kişi, Zamanın Çocuğu”dur (İbn-ül Vakit). Onu sınırlı belgeler ve metinlerle kalıplamak ve kutsallığın sınırları içinde hapsetmek olanaklı değildir. Sonuç olarak, Hurufiliğin kullandığı harf ve sayı teknikleri, kalıplaştırmayı aşma yollarından biri olarak görülebilir.


Hurufilik ve Bektaşilik

Bektaşi düşüncesine hızla etki eden Hurufilik nedeniyle, bazı araştırmacılar XV. Yüz yıldan başlayarak Bektaşilikin bozulduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Hurufilik hileli yöntemlerle, örneğin Hurufilik görüşlerini Hacı Bektaş’ın görüşleriymiş gibi savunarak, Bektaşi tarikatında etkin olmuştur.

Oysa Çamuroğlu'na göre, Bektaşilik Anadoluya Hacı Bektaş ile birlikte adım attığında Aleviler zaten çoktan bu topraklardadırlar. Aleviler, bir heterodoks derviş olan Hacı Bektaşı çeşitliliği barındırma potansiyeline sahip olan bünyeleri sayesinde özümsemişler ve onu bir önder olarak tanımışlardır. Bu bakımdan, Anadolu’da heterodoksi denilince akla hemen Alevi-Bektaşi geleneği gelmektedir. Bu gelenek, çeşitliliği özümsemesi ve hoşgörülü yapısı nedeniyle bir çok farklı heterodoks zümreyi de içinde barındırmış ve tüm ezoterik düşüncelerin Anadoludaki sığınağı olmuştur. Tümü farklı düşünce ve uygulamalara sahip olan Kalenderi, Haydari, Hurufi, Torlak gibi akımlara bağlı olanlar bu geniş yelpazeye katılmış, kendi bağımsız varlıklarını feda ederek, Alevi-Bektaşi toplumsal olgusuna kendilerine özgü renkler katmışlardır. Alevi-Bektaşiler bu durumda bir bozulma görmezler, zira inançları değişime açıktır. Tam tersine bu durum onlar için bir zenginleşme yoludur.

Sonuç

1376 Yılından başlayarak Isfahan’da başlayan Hurufiliğin, her türlü baskıya karşın, inanılmaz bir hızla Osmanlı topraklarına yayılmasının ve etkili olmasının nedenleri çok yönlüdür. Şiddetli baskı ve zulme karşın hızla gelişen ve yayılan bu inanç sisteminin gelişim nedenleri, hem içinde büyüdüğü toplumsal yapının özelliklerine, hem de kendi içerik ve dinamiğine bağlı olmalıdır.

Hurufilik öncelikle ezoterik bir inanç sistemidir. Dinlerin “İçrek” (Batın) anlamlarıyla anlaşılması gerektiğini ve bunun da ancak özgür “Yorumlama” (Te’vil) ile gerçekleşebileceğini ileri sürmektedir. Hurufilik, ezoterik yaklaşımlar arasında, kentli nüfusa en fazla hitap edenlerden biridir. O döneme kadar kentlerde pek görülmeyen ezoterik yaklaşımın Hurufilik’le birlikte hızla kentleri de etkisi altına aldığı görülür. Ortodoks İslam’ın simgesel evreni ve kültürü, o güne dek düşünce üretimine kentlerdeki medreseler ve yazılı belgeler yoluyla egemen olmuştur. Hurufilik, yorumlama yoluyla, yüz yıllardır sarsılmaz olduğu sanılan yazı ve kutsal metinlerin egemenliğini yıkmaya koyulur. Harfleri konuşturur. İnsanı kağıda yazılmış olanın üzerine çıkartır. Belge ve kayıtlara güvenen ortodoks sistemin kutsal metinleri, harflere getirilen keyfi yorumlarla kuru yapraklar gibi savrulmaya başlar. Osmanlıların ele geçirdiği kentlere doğru akan heterodoks dervişler, yıllar öncesinden kentlerde yer bulmuş bir Hıristiyan heteroks geleneği ile karşılaşır. Bu geleneğin en etkin temsilcisi Bogomiller”dir.

Biri yazılı İncil’in, diğeri yazılı Kur’an’ın kalıplarına karşı mücadele eden iki farklı dinin heterodoks akımları doğal olarak yakın ilişkiler kurarlar. İslam heterodoksisi Hurufilik olmasaydı bu ilişkiyi kurmakta pek zorlanacaktı. Öncelikle Fazlullah’ın kendisini “Mesih” ilan etmesi bu ilişkinin kurulmasında etkin olmuştur. Fazlullah’ın yazdığı Cavidan” adlı yapıtın Firişteoğlu tarafından Aşıknameadıyla yapılan çevirisinde sık sık “Yuhanna İncilinden alıntılar yer alamaktadır. On iki imamla on iki havari arasında paralellik kurulmakta, İsrail’in on iki kabilesine göndermeler yapılmaktadır. Anadolu heteroksisi Rumeli’ne geçerken de Hurufilik’ten fazlasıyla yararlanır. Sonradan Bektaşilik incelenirken Hurufi etkilerinin en yoğun olarak Rumeli ve Arnavutluk Bektaşilerinde görülmesi, Hurufiliğin oynadığı rolün ne denli önemli olduğunu gösterir.

Anadolu’nun heterodoks İslamı ya da tüm Osmanlı topraklarında İslam’ın egemen olduğu simgesel evren içinde yaşayan heterodoksi, Hurufilik sayesinde, aynı topraklarda yaşayan diğer kültürlerden halkları, uzlaştırıcı çatısı altında toplama yeteneğini geliştirerek daha olgun bir biçim kazanmıştır.


Kaynaklar:

İslam Ansiklopedisi
AnaBritannica
Felsefe Ansiklopedisi, Orhan Hançerlioğlu
İslam İnançları Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu
Sabah Rüzgarı, Reha Çamuroğlu
Zındıklar ve Mülhidler, Ahmet Yaşar Ocak
100 Soruda Tasavvuf, Abdülbaki Gölpınarlı

===============================================================

ANADOLU'DA BABAİLİK

 

1071’de başlatılan Anadolu’da fütuhat her ne kadar askerî fiillerle gerçekleştirilmişse de, sosyal-dinî ve kültürel olarak kalıcılık kazanmıştır. İşte, Orta Asya’dan getirilen ve fakat sair unsurlarla belli bir gelişme seyri gösteren Türk kültür hareketlerinin,bu ülkedeki resmî-kurumsal yansımalarından ayrı olarak, sistemle çatışan unsurların da kuvveden fiile yansıdığı kayda değer oluşumlardan biri de Babaîliktir.

Babaîlik, genel çerçeve içerisinde ele alındığı zaman, göçebe nizamının ağır bastığı bir toplumda, yönetim kadrolarına ya da yerleşik düzenlere karşı olan dinî ve siyasî tepki olarak ifade edilir. Değer yönelimli bir hareket olarak nitelendirilmesinin temelinde yatan da budur. Yani salt ekonomik ya da ferdî ayrımcılıkların, hatta geçici klikleşmelerin değil; bulunduğu coğrafyada farklılaşan dünya görüşlerinin seyrinde gelişen bir harekettir Babaîlik.

Babaîlik hareketinin anlaşılması ve değerlendirilebilmesi için, aşağıda tarihî realitenin bilinmesi gerekecektir. Buna göre;

1. Babaîlik hareketlerinin belirdiği dönem içerisinde,Anadolu’ya hâlâ Türk göçmenleri gelmeye devam etmektedir.

2.Anadolu tamamen fethedilmiş olmakla beraber,Türk olmayan ya da gayri Müslim olan kitleler henüz bu ülkede varlık göstermeye devam etmektedirler.

3.Yönetime hâkim kimseler ve yakınları:ülkenin genel düzen ve asayişini sağlamakla mükellef kişiler; kentlileşme olgusu içinde olmak bir yana, Farsî ve Arabî anlayışlara yakın hallere sahiptirler.

4.Türk kültürünün henüz Orta Asya esprisini en fazla taşıyan unsurlar, kent ve idarî mekanizmalarından uzak; sivil bürokrasi ya da medrese ulemasının kontrolünden ırak dağlı Türkmenlerdir. Göçebe ve yerleşik toplumun ilişkilerinin az sayılabileceği ortamlarda her iki tabanın giderek farklılaşması da doğaldır. İşte, Babaî yanlılarınındüzene ya da idarî mekanizmalara, hatta dinî veya sekiler hâkim anlayışlara tepkisinin temel kaynağı da, bu noktadan anlaşılmaktadır.

5. Göçebe kitlelerin algılama seyri, dünya görüşü veya hayatı kavrama çeşidi; onun kendi yaşama biçimine uygun olarak, hareketli ve uçarıdır .Atalet içindeki kurumlara karşı olan lakayt ve olumsuz tavır, Türkmen kimliğinin bir yönüdür. Bu noktada “Varsa yık, yoksa kur!” anlayışındaki Türkmen, etkin olmaya yatkındır.

6. Yerleşik ve göçebe olarak beliren Anadolu Türklüğünün bu yatay yapıları arasında sosyal dinamiklerin de ayrıldığı ve çatıştığı noktalar vardır. Örneğin, şehir toplumunda iş üretimi sabır ve zaman gerektirirken, göçerlerde acelecilik önem kazanmaktadır. Dolayısıyla, göçebe indinde düzeltilmesi gereken aksaklıkarın kendi seyrinde tekamül etmesi beklenmez.

7. Merkezden uzak kimseler, özellikle Türkmen cemaatleri gibi temel dinamikleri canlı olan topluluklarda, kendilerini üvey evlât görme eğilimi vardır. Kaldı ki, yerleşiklerin idrak dünyasına göre biçimlenen sosyal ve ekonomik dokular, göçebeyle uymadığı, ama aleyhine olduğu zaman bu duygu daha da önem kazanır.

8. Ayrıca, Babaîlik hareketinin çıkmasına neden olan daha birçok politik, ekonomik ve dinî gerekçeler sayılabilir. Bütün bu nedenlerin altında ya da gözükür halinde gerçek olan şu ki; ülkenin krize düşmesi, devlet otoritesinin azalması; isyana hazır kesimlere fırsat tanımıştır.

Yukarıda sıralananlar, Babaîliğin iç yüzü hakkında da bir dizi araştırmayı gerektirmektedir. Ancak biz bu yazı kapsamında fazla detaya girmek konumunda değiliz.?u kadarını vurgulamak gerekir ki:Babaî hareketleri temelde değer yönelimli bir karakter taşır. Zira, hareketin liderleri ve güçlerinin zihninde, yeni bir düzen kurma fikri yatmaktadır. Bunun için Babaîlik yalnızca bir isyan dizisinin adı değil, Anadolu Türk tarihi içerisinde kişi ve kitleleri yakından ilgilendiren sosyal, dinî ve politik bir harekettir. Bu yapısı nedeniyle, yüzyıllar sonraki nesillerde bile izler taşıtacak kadar köklü bazı niteliklere sahiptir.

BABAÎ HAREKETİNİN BAZI ÖNEMLİ SONUÇLARI

1.Bu hareketin olmasıyla birlikte devletin gücü önemli ölçüde sarsılmış, siyasî otorite ülkede gerekli asayişi sağlayamamış; bunun akabinde Moğol saldırıları karşısında gerekli güç varlığı oluşamamıştır. Yani Anadolu Selçuklu Devleti’nin siyasî çözüşünde Babaîlik hareketinin de katkısı vardır.

2. Babaî hareketleri sonunda Anadolu’nun yerli zanaatkârları ile göçebe Türkmenler arasındaki farklılaşma daha da belirgin hâle gelmiştir.

3. Bu hareketler sonucunda elde edilen tecrübeler, gerek merkezî idareler ve gerekse merkezden uzak çevreler tarafından gelecekte de değerlendirilmiş; buna göre daha başka toplumsal hareketlerde ölçü olarak görülmüştür. Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında göçebe-derviş/alp eren kitlelere duyulanyakınlık, bir zaman sonra tehlike olarak belirebilecek birtakım oluşumlara karşı tedbir olarak da görülebilir.

4. Merkezin mutlak meşrû olamayacağı, gerektiği zamanlar karşı çıkılabileceği fikri ortaya çıkmış, bu da bazı toplumsal tepkilere alt yapı olarak sürekli gündemde kalmıştır.

OSMANLI TARİHİNDE CELÂLİ HAREKETLERİNİN TOPLUMSAL TEMELİ VE NİTELİĞİ

Bir arada yaşama ihtiyacı duyan insanların birlikteliği çeşitli müşterekleri, bu müşterekler de zamanla kurumları ortaya çıkarır. Dirlik ve düzenin oluşumu için kurulan üst düzey kurumların en geniş ve önemlisi hiç şüphesiz devlettir.

Devlet içinde önemli bir yer işgal eden en önemli grup ya da kişiler ise iktidar gücünü elinde toplayanlardır. İktidarın, doğası gereği paylaşımı sürekli mesele olan ya da üzerinde titrenilen bir olgudur. Osmanlı tarihinde Celâliler diye anılan hareketlerin temelinde de iktidar paylaşımı yatmaktadır. Doğrudan iktidarın kaynağı ya da odak noktası olan padişah/hükümdar ile çevresi ve tebaa arasında vücut bulan bu olaylar, Türk siyaset tarihi içerisinde özel bir önemle ele alınmaktadır.

Celâli adı verilen bir dizi olayda aşağıdaki hususların ele alınması, sanıyoruz bu olayların anlaşılması için metodik bir fayda sağlayacaktır:

a. Merkez-Çevre ilişkisi

b. Dünya görüşleri

c. Olayların tarihsel seyri

d. Tebaa-olay ilişkisi

e. Savaş

a. Merkez-Çevre İlişkisi: Devlet yönetimlerinde merkezin rolü, onun muhatabı olan çevre ile ilgisi nisbetinde önem kazanır. Gerek merkez ve gerek çevre, kendi tarihî-siyasî ve kültürel dokuları içerisinde belli bir biçim kazanmışlardır.

Bu kazanımlar sonunda ortaya konulan tavır, o sistemde monark ya da oligarşik karakterlerin davranışlarını belirleyen önemli bir done gibi gözükmektedir. Osmanlı Devleti’nde monark (padişah), dinî ve töresel yapı içinde bir konuma sahip olduğu için, çevre ile olan ilişkisinde aynı koordinatlarda birleşirler. Yani çevrenin dolaylı olarak gözüken bir kontrol mekanizması bulunmaktadır. Bunun kurumsal göstergesi ise ulemâ sınıfıdır.

Ulemâ sınıfı (kadılık sistemi, dinî cemaatler ve medrese bu grupta yer alır) halkı monark karşısında üst temsil noktasıdır. Özellikle kadılar kendilerine tanınan hakları yalnızca doğrudan hükümdardan almaz, tebaa için temel değerlerin yegâne ölçüsü olan Kur’an ve sünnetten alır. Bu nedenledir ki, ulemâ< sınıfında meydana gelen hareketlerde halkın daha hassas olduğu görülmektedir.

Merkeze yakın diğer bir halka ise ehl-i seyftir. Ehl-i seyfin merkez-çevre (tebaa) arasındaki yeri onun idarî kudreti nisbetindedir. Dünyevî (sekülarist) karakteri nedeniyle, ehl-i seyfin etkinlik sahası, idarî sahasıyla eş orantılıdır. Bunun için herhangi bir bölgede ehl-i seyfe bağlı olarak ortaya çıkan bir hareket, ancak bölgedeki insanların indinde önem taşır. İşte, Celâli hareketlerinin öncelikle ehl-i seyf arasında ortaya çıkışı ve ehl-i seyfin seküler tarafının ağırlık kazanmış olması, bu hareketleri değer yönelimli hareketler olmaktan uzak tutmuştur.

Celâli hareketlerinde siyasî ve ekonomik çatışmaların ağırlıklı oluşu, dinî-felsefî dünya görüşü açısından farklı bir boyutta olmaması, bu hareketlerin giderilmesinde alınacak metodu da belirlemiştir:Askerî tedbirler.

b. Dünya Görüşleri: Her ne kadar Celâli hareketlerinde keskin ve farklı dünya görüşleri bulunmasa da, yani dinî-felsefî bir alt yapıdan uzak olsa da, kendi seyrinde devam edegelen bu olayların dayandığı bazı fikrî umdeler yer almaktadır. Bunlar genellikle adalet, etnik nitelik, merkezin tutumunda adaletin sorgulanması biçiminde tezahür etmektedir.

c. Olayların Tarihsel Seyri: İlk Celâli hareketleri, “Celâli” olgusunu tam olarak belirlemediği için, bu dönem üzerinde fazla durulması (siyaset sosyolojisi açısından) pek önem taşımaz.

Tamamen müessir olan ve merkezde ağır sorunlara neden olan Celâli hareketleri incelendiğinde, bu hareketlerin XVI-XVII. yy.da yoğunlaştığı görülür. Nedenlerine inildiğinde özetle karşılaşılan şunlardır:

-Atamalarda takınılan tavır,

-Hiyerarşide yozlaşma (ya da geleneksel hiyerarşik yapının sarsılması),

-Etnik zümreler arasında ayrıcalık,

-Sistemin günün şartlarına göre uyarlanamaması vs.

d. Tebaa-Olay İlişkisi:Yukarıda (bkz. a.), halkın ehl-i seyf kaynaklı olaylara yaklaşımına kısaca değinmiştik. Bu yaklaşımı belirleyen temel nokta, olayın doğrudan cereyan ettiği alan içindeki kişilerin maddî-siyasî sosyal kazanımlarıdır. Elbette ki yalnızca bu tür menfaatlerle bütüncül bir açıklama yapmak mümkün değildir. Ehl-i seyf içinde olayın aktörleri olan kişilerin karizması da önemli bir yandır. Örneğin Celâli olayları çizgisinde olmakla beraber“zenginden alıp yoksula vermek” motifi içinde sunulan Köroğlu hareketleri, yalnızca kendi alanı içinde değil, uzak alanlar için de ilgi noktası olmuş, hatta zaman olarak da ileriki dönemlere değin uzayabilmiştir.

Salt siyasî ya da ekonomik de olsa, olaylara bakış açısından dinî-felsefî dünya görüşlerinin bulunması doğaldır. Bu itibarla olay-tebaa ilişkisinin maddî (somut) boyutu kadar manevî (soyut) bir boyutunu da göz ardı edemeyiz.

e.Sonuç: Celâli hareketleri öncelikle siyasî ve ekonomik bir kimliğe sahiptir. Olayların zuhurunda temel çıkış noktası dinî-felsefî/radikal dünya görüşleriyle alâkası olması hasebiyle ve mevcut sisteme değil de bazı uygulamalara karşı olması nedeniyle değer yönelimli bir hareket karakteri taşımaz. Ancak, önemini ekonomik ve siyasî yönleriyle kazanmasının yanı sıra, nisbî de olsa belli bir dünya görüşünün de etkisiyle yorumlanabilecek bazı boyutlara sahiptir. Bu konumuyla Celâli hareketleri, bir dönem toplumunda etkin ve önemli olduğu kadar, günümüz siyasî tarih ölçüleri açısından da kayda değer niteliklere sahiptir.
      

                                                                                                                              

===================================================================